‘HEGEMONYA VE HEGEMONYA YARATIM ARACI OLARAK KONTRGERİLLA’ (3.BÖLÜM)
Gönülleri ve Zihinleri Kazanmak!
“İşin ateş kısmı, meselenin sadece yüze 25’ini oluşturuyor, geriye kalan yüzde 75’i bu ülkenin halkını kendi safımıza çekmekte yatıyor. Sorunun cevabı ormana daha fazla asker yığmakta değil, halkın gönlü ve zihninde yatıyor.”
General Gerald Templer
Bu sözlerin sahibi İngiliz general, kontrgerilla tarihine “kinetik savaştan çok siyasi savaşa önem veren kişi” olarak geçmiştir. Malaya’da nüfusun 40’ını oluşturan Çinli topluluğun direnişini bastırmaya yöneldiğinde doğrusu işi çok da zor değildi. Çünkü komünistler Çinli nüfusla sınırlı kalmış ve çoğunluğu oluşturan Müslüman Malayalılara hitap etmeyi, onlar arasında örgütlenmeyi başaramamıştı. İngilizler bunu iyi değerlendirmiş ve sultanları azerinden Müslüman çoğunluğu kendilerine bağlayarak, müttefikleri haline getirmişti.
Önceliği yakın asker-sivil işbirliğine veren Templer, bunu sağladıktan sonra doğru istihbarata dayalı hareketine eden küçük kontra birimleri oluşturdu ve belli bir ateş gücü desteğinde direnişçilere yönelik nokta baskınları düzenlemeye başladı. Kapsamlı “bul ve yok et” tarzı operasyonlar yapmak yerine, direnişçilere yönelik baskınlara paralel nüfusu kontrol altında tutmayı hedefleyen “temizle ve elinde tut” operasyonlarına ağırlık verdi. Komünist direnişçilerden temizlenen alanlarda bu kez stratejik küçük köyler kuruyor ve Çinli topluluğu bu köylere yerleştirerek denetim altına alıyordu. 3 yılda kurulan 500 stratejik köy sayesinde direnişçilerin toplumdan tecrit olmaları ve lojistiksiz kalmaları sağlandı. Bir diğer ağırlık verdiği yöntem, komünist direnişçilerde moral bozukluğu yaratmak için psikolojik savaş yöntemlerini devreye koymaktı. Direnişçilerin bulunduğu ormanlık alanlara uçaklardan “teslim ol” çağrısını içeren broşürlerin atılması, alçak uçuşlarla tespit edilmiş gerillalara isimleriyle hitap edilmesi, bazen ikna edilmiş aile bireylerinin, annelerin devreye konularak direnişçilere seslenmelerinin sağlanması ile etki üretilmesi amaçlanıyordu. Gerillaları “ölü veya diri” teslim edenlere ödül vaat edilmesi ve diri getirilenler için meblağın yüksek tutulması da Templer’in kontrgerilla uygulamasına dahildi.
ABD’li albay Lansdale de meslektaşı Templer gibi aynı yönde ilerlerken, bu sefer mekan Vietnam’dı. Vietnam’da astlarına şöyle sesleniyordu E. Lansdale; “Komünistlere unutamayacakları bir yenilgi tattırmak için askerle siviller arasında bir kardeşlik bağı oluşturacak “sivil eylem” uygulamak gereklidir. Halkı kendi safınıza çekerseniz komünist gerillalar saklanacak yer bulamaz. Saklanamadıkları zaman siz onları bulursunuz.” Lansdale’nin “sivil eylem” uygulamasından kastı, ağırlıkla sivil toplum örgütleri (kimi CİA’ye angaje) üzerinden Vietnam’lı köylülerin ihtiyaç duyduğu tıbbi, sosyal yardımları sağlamak ve Vietnamlı elitleri-bürokratları köylülerle ilişkilenmeye yönelterek onları kazanma çabası içerisine sokmaktı. Bu amaçla başta Filipinler olmak üzere çeşitli ülkelerden gönüllü doktor ve hemşireler getirmiş, onlar aracılığıyla köylülerle ilişki kurma zeminleri oluşturulurken, aynı kapsamda istihbarat yapma imkanına da kavuşulmuştu.
ABD Malaya’da başarıyla pratiğe geçirirken “stratejik köyler” yöntemini Vietnam’da da yaşama geçirdi. Fakat iki yılda oluşturulan 8000 köyün tümünün kontrol altında tutulması oldukça zordu. Ayrıca Malaya’da komünist direnişçilerin aleyhine işleyen dinsel ve etkin farklılık Vietnam’da söz konusu değildi. Bu sebeple Vietnam gerillaları kısa sürede köylerin çoğuna sızarak uygulamayı boşa çıkardılar. Lansdale ise, önüne çıkan her fırsatı ve ayrıntıyı Vietnamlıların aleyhine dönüştürme konusunda ince bir yöntemler ağı oluşturmuştu. Örneğin kahinlerin Vietnam toplumunda dikkate alınıp saygınlık gördüklerini öğrenince, yaptığı ilk iş bunu kontrgerilla faaliyetlerine uyarlamak oldu. Hemen önde gelen astrologlara yer veren popüler bir takvim bastırarak, astrologlara Güney Vietnam talihinin iyi ve açık olduğu, Kuzey Vietnam’ı ise karanlık bir geleceğin beklediği yorumlarını yaptırdı. Yine, Güney Vietnam’lıların Kuzeye rağbet edip gitmeleri için Vietminh imzası taşıyan sahte broşürler yayınlattı. Broşürlerde güya Kuzeye gitmek isteyen G. Vietnam’lılara yanlarına soğuğa uygun giysileri almaları tavsiye ediliyordu. “Çünkü Çin’deki demiryolu inşaatlarında çalışan diğer gönüllülerin yanına gideceklerinden bu kıyafetler işe yarayacaktı.” Güney Vietnam’lıları aldatmaya yönelik bu yayınların tek başına ne düzeyde etkide bulunduğunu belirlemek güç, ancak sonuçta bir milyon insan Güneye göç ederken Kuzeye göç edenlerin sayısı yüz binin altında kaldı. Buna rağmen Lansdale, ABD’nin Vietnam politikasında etkili bir rolü oynasa da kalıcı olamadı. Konvansiyonel mücadele de kararlı olan kesim ağır bastığından tasfiye edildi. Fakat 1964’te yaptığı şu uyarı ne denli işinin uzmanı ve öngörü sahibi olduğunu yeterince ortaya koyuyordu; “Komünistler Vietnam’da devrimci bir fikir ortaya koydular ve bu bizim onu boğmamızla, bombalamamızla, görmezden gelmemizle ölmeyecek.”
ABD hegemonyasının geliştirdiği ve günümüzde de yürürlükte bulunan kontrgerilla uygulamalarının, özelde de “Halk merkezli kontrgerilla” politikasının başlıca teorisyen ve pratisyenlerinden biri de General David Petraeus, sırasıyla Latin Amerika ülkeleri Haiti, Bosna, Irak, Güney Kürdistan ve Afganistan’da aktif görevler üstlenmiş ve en son 2011’de ABD başkanı Barack Obama tarafından CIA’nın başına getirilmiştir. Askeri çevrelerde “Sahra Talimnamesi 3-24” olarak bilinen, ancak esas açılımı “ABD Kara Kuvvetleri-Deniz Piyadeleri-Kontrgerilla Sahra Talimnamesi” olan kitapçığın (NATO üyesi ülkelerin askeri eğitim müfredatında yer alır) eski baskılarını bilmeyen, okumayan ilgili kimse yok gibidir. Fakat Petraeus’un Irak ve Afganistan deneyimini kattığı akademisyen ve gazetecilerden de yararlanarak kaleme aldığı kitapçığın 2006 baskısını (her ne kadar sadece 2006’da internet üzerinden 1.5 milyon kez indirilmişse de) ülkemizde inceleyebilenlerin sayısı pek azdır.Petraeus’un kaleme aldığı kitapçık şu temel öğretiyle başlar; “herhangi bir kontr-gerilla operasyonunun ana hedefi, askerî ve askeri olmayan yolların dengeli bir şekilde uygulanması vasıtasıyla etkin devlet yönetiminin gelişmesini sağlamaktır.” Öncelikler sıralaması asker ve sivil aktörler arasındaki “çaba birliği, siyasi faktörlerin öncelenmesi, “çevreyi anlam” gerekliliği ve “şiddetin uygun düzeyde kullanılması” gereği biçiminde devam eder, Bu öğretiye göre “beş isyancının öldürdüğü bir operasyon, şayet bunun ardından gelen yıkım 50 kişinin direniş saflarına katılmasına yol açıyorsa, o operasyon ters tepmiş demektir.”
Irak pratiğinde Petraeus, askerleri büyük askeri üslerde yoğunlaştırmak ve böylece tecrit etmek yerine onları küçük “birleşik güvenlik istasyonları” ve “muharebe karakolları” biçimindeki bir konumlandırmayla halkın yoğun yaşadığı merkezlere dağıttı. Onun söylemi ile askerler artık “işe gidip gelmeyecekti.” Bunun yerine devriye gezdiği yerlerde yaşayacak ve böylece “mahalleye aşina olup sakinlerinin güvenini kazanacaklardı.” Halkın arasında yaşamak, güvenliği sağlanan bölgeleri elde tutmak ve düşmana aman vermeden takip etmek Petraeus’un kontrgerilla talimnamesinin ana unsurlarını oluşturuyordu. Böylece halkın yoğun yaşadığı alanlarda askerlerin halktan bilgi toplama imkanı artacak ve direnişçileri tespit edip nokta operasyonlarıyla vurmak kolaylaşacaktı. “Gereken kontrollü sağlamanın tek yolu askerleri 7/24 sivillerin arasında barındırmaktır. Periyodik olarak tekrarlanan ‘süpürme’ veya ‘kontrol altına alıp arama” operasyonları Naziler kadar zalim kontrgerillacılar tarafından bile yürütülse işe yaramaz. Zira siviller onların bölgeyi terk ettikleri anda asilerin geri dönüp işbirlikçilerden korkunç şekilde intikam alacağını bilirler. Halk, devleti ancak onu desteklemenin direnişçiyi desteklemeye göre daha tehlikesiz olduğu durumlarda benimser. İşte bu yüzden başarılı halk merkezli politikalar halkın sevgisi ve minnettarlığını kazanmayı değil, insanları kontrol altında tutmayı hedefler.”
2003’te Saddam Hüseyin’in oğulları Uday ve Kusay’in yerlerinin belirlenip öldürülme operasyonunu yürüten kişi de Petraeus’dan başkası değildi. Güney Kürdistan’da temsili hükümeti oluşturulması, iletişim hatlarının yeniden işler hale getirilmesi, yolların asfaltlanması, polis gücünün kurulması çalışmalarını yürütmesinin yanı sıra Bağdat’ı atlayarak petrol karşılığında Türkiye ve Suriye’den elektrik alınması anlaşmasını gerçekleştiren de Petraeus’tu. Zira Petraeus’un nazarında, “başarılı güvenlik operasyonları, azınlıkların sıkıntılarına hitap eden ve ülkeyi bir araya getiren kapsayıcı ve etkin devlet yönetimi için sadece bir potansiyel oluştururdu.” Etkin devlet yönetiminin gelişmesini sağlamak için güvenlik operasyonlarının yanı sıra, isyan bastırma stratejisi gereği asilere desteğin azaltılmasına dönük politik bir ortam yaratılmalıydı. Bunun için bir yandan asilerin benimsediği ideolojinin cazibesini düşürmeye yönelik yoğun bir propaganda, dezenformasyon aktif hale getirilirken, diğer taraftan kontrol altına alınmış bölgelere de halkın ihtiyaçlarına karşılık veren ve bu sayede işbirliği üreten bir mekanizmanın işler hale getirilmesi gerekiyordu. Neticede, “bir bölgede kontrolü ele geçirmek işbirliğini doğurur, kontrolün kaybedilmesi o işbirliğini büyük ölçüde sona erdirir” yasası işlemekteydi.
ABD’nin NATO konsepti altında müttefiklerini sürekli eğitime ve yeniden yapılandırmaya tâbi tutması, hegemonyasını koşullara uyarlama stratejisinin bir gereğidir. Nitekim 11 Eylül 2001 İkiz Kuleler saldırısı sonrasında ABD’nin geliştirdiği “Homeland Security” (Anavatan Güvenliği) modeli, NATO üyesi ülkelerde olduğu gibi standart bir güvenlik anlayışın dönüştürülmüştür. Kontrgerilla faaliyetlerinin asker-sivil işbirliği temelinde tek merkezden koordine edilmesini amaçlayan bu model, hem anlamsal hemde yapısal temelde yeniden yapılanmayı zorunlu hale getirmiştir. Bu amaçla, “terörizmle mücadele mükemmeliyet merkezi” tarzından özel bir oluşuma gidilirken, altında da “stratejik araştırma ve etüt merkezi”, “alınan dersler merkezi”, “taktik istihbarat okulu”, “iç güvenlik eğitim ve tatbikat merkezi komutanlığı”, “eğitim ve doktrin komutanlığı”, “psikolojik operasyonlar daire başkanlığı” gibi profesyonel elit yapılanmayı hedefleyen birimler kurulmuş ve faaliyetleri “kamu düzeni ve güvenliği müsteşarlığı” bünyesinden toplanıp koordine edilmiştir. Buna paralel askeri birlikler ve hareket kabiliyetleri de gözden geçirilmiş ve yeniden yapılandırılmıştır. İsrail örneğinde olduğu gibi asker sayısı azaltılmış, ancak vurucu gücü yüksek, yüksek teknolojik silahlara sahip zırhlı birliklerin geliştirmesi ve uzman personelin yetiştirilmesine ağırlık verilmiştir. Kuşkusuz düşman, iç düşman tanımının bu model kapsamında genişletilmiş olması kontrgerilla ağının da paralel bir büyüme, yayılma ve aktivite sergilemesi anlamına gelmektedir.
ABD hegemonyasının teori ve pratikte geliştirerek yaygınlık kazandırdığı “halk merkezli kontrgerilla” kuralı, bizi üç somut gerçeklikte buluşturur.
Birincisi; halkların geliştirdiği gerilla direnişlerinin derinlikli bir incelemesinin yapıldığı ve halkın siyasal örgütlülüğüne dayanan gerillacılığın yenilmez ve bitirilemez olduğu gerçeğine ulaşıldığıdır. Kontrgerilla faaliyetlerinin odağına aldatmayı içerse de “halkın yüreğini ve zihnini fethi etme” stratejisini yerleştirmek zorunda kalması bunun bir sonucudur.
İkincisi; yaşanmakta olan 3. Dünya Savaşının karakterinin sahada görüldüğü üzere ağırlıkla gerilla /kontrgerilla savaşları biçiminde gelişeceğidir. Hegemonik devletlerin bire bir konvansiyonel karşı karşıya gelmelerinden çok, üçüncü ülkeler üzerinden yer yer konvansiyonel, ama azami gerilla-kontrgerilla savaş tarzını esas alacakları, yer yer de uzlaşıp paylaşım alanları oluşturacakları görünmektedir. Irak, Libya, Yemen, Suriye ve Ukrayna’da verilen resimler, bu yönde veri ortaya koymaktadır.
Üçüncüsü; “bir silah, onu kullanan kişiden daha etkin olamaz” gerçeğidir. Teknolojinin önemini ve gereğini küçümsememekle birlikte, savaş ve stratejide en önemli ve belirleyici unsur insandır. Stratejik düşünme ve taktik uygulama yeteneği kazanmış insan, en gelişmiş teknolojinin ve yetkin planlamaların üstesinden gelmeye kadirdir. Tarihsel toplum geleneği, üstün silahlarla donatılmış uygarlık güçlerine karşı “ilkel silahlar”la direnen öz strateji sahibi topluluk örnekleriyle doludur. Toplamda savaşları kazanmak, ittifaklar geliştirmeye, kendini güçlendirmeye ve düşmanınızı bu yönde bir etkinlikte bulunmaktan alıkoymaya dayanır. 20. yüzyılda bu görece kolaydı; ideolojik kamplaşmanın damgasını vurduğu iki kutuplu dünya gerçeğinde ittifaklar ilişkisi oldukça açık, net ve görünür simgelere bürünmüş ve bu doğrultuda kendini tanımlamıştı. Günümüzde ise, kapitalistik çıkar ve paylaşım savaşlarının ya da hegemonya mücadelelerinin açığa çıkardığı yeni durum, farklı bir ittifaklar ilişkisi ortaya koymaktadır. Bugünden yarına farklılık gösterebilen çıkarlar doğrultusunda hareket eden, dolayısıyla sürekli değişen bir taktik ittifaklar anlayışının gerçeklik kazandığını söyleyebiliriz.
Bir anlamda Öcalan’ın “24 saatliğine yapılacak taktik ittifakların bile önemli etki ve sonuçlar yaratacağı koşullarda yaşıyoruz” belirlemesine denk düşen bir sürecin içerisinde bulunuyoruz. Suriye’de NATO üyesi T.C ve ABD karşı karşıya gelirken Rusya ile sağlanan uyuşma, yine Libya ve Irak’da ters yönde sağlanan saflaşma, Akdeniz eksenli gelişen ittifaklar yine dönemin ittifaklar anlayışına ilişkin önemli işaretler vermiştir. Özgürlükçü demokratik güçler açısından böyle bir zemin, hareket kabiliyetini arttırma, politika ve strateji üretmede vites yükseltme imkanı sunduğu kadar, ciddi riskleri barındıran bir içeriğe de sahiptir. Sistemi içi oluşan bloklaşma ve kümelenmelerin birbirlerine karşı değerlendirmeye ve ilişkilenmeye açık askeri, politik ve diplomatik aksiyon alanları ürettiği bilinen bir husustur. Bir bağımlılık ilişkisine düşmeden karşılıklılık ilkesi temelinde bunlardan istifade etme kabiliyeti sergileyebilmek, özgürlükçü demokratik duruşları daha da güçlendireceği gibi, güç dengesi oluşturmada başat bir aktör ve ittifak pozisyonuna taşıracaktır.
Yeni dönem hegemonya savaşlarının özgürlükçü demokratik güçler açısından sunduğu bir diğer fırsat, ulus-devlet statükosundaki yarılma ve içteki iktidar tekellerinin toplum üzerinde baskı ve sömürü dozajını arttırmaları, haliyle çelişki ve çatışma alanlarının çoklaşmasıdır. Bu da, demokrasi, adalet ve özgürlük arayışında ki tüm topluluklarla ilişkilenme ve ittifaklar geliştirme, yatay ve derinlikli bir mücadele ağının hem küresel (yeni bir enternasyonal) hem de bölgesel alanda oluşturulmasının imkanıdır. Hegemonik merkezlerin kontrgerilla faaliyetlerine karşı ancak bu tarzdaki bir demokratik modernite stratejisi ile mücadele yürütüldüğü takdirde başarı kazanabilir.
NASRULLAH KURAN
KAYNAK: DEMOKRATİK MODERNİTE
YORUM GÖNDER