DOĞALLAŞTIRILMIŞ BİR ÖZERKLİK TEORİSİNE DOĞRU: NİETZSCHE'NİN TAN KIZILLIĞI (2.BÖLÜM)
I. Öznelliğin Maddi Koşulları
Öznelliğin maddi koşullarına atıfla, Nietzsche’nin öznelliği nasıl tarihsel, toplumsal, psikolojik ve hatta biyolojik faktorlerle koşullanmış olarak düşündüğünü göstermek istiyorum. Bu faktörlerin tümü, metodolojik olarak doğalcı analize imkan verir.[6] Tüm bu faktörler Tan Kızıllığı’nda ahlaklılığın eleştirisinde rol oynarken, Nietzsche dikkatinin büyük çoğunluğunu doğalcı bir bilinçdışı psikolojisine verir. Bu “dürtü ve duygu” teorisi psikolojik durumun (inançlar, düşünceler ve arzular gibi önermesel tutumlar) kavramsal olarak nasıl yapılandırıldığını ve duygusal bağıntılarının bilinçdışı dürtü ve itkiler tarafından nasıl koşullandığını belirlemektedir. Nietzsche’den önceki felsefeciler bir bilinçdışı teorisi geliştirmiş olmasına karşın, Nietzsche bu noktada ayrışır ve bilincdışına eş zamanlı bir şekilde bireysel ve genel olarak bakar.[7] Bilinç, bir bireyin düşünceleri, arzuları, motivasyonları ve eylemleri üzerinde nedensel bir etki uygulaması bakımından bireyseldir. Ama, ortak biyolojik ve kültürel mirasımızın dürtü ve içgüdülerini içermesi bakımından da geneldir. Bu nedenle bilinçdışının bireysel ve genel olmak üzere iki bileşeni vardır; bilişselliğimizin veçhelerine dayanan göreceli önem ve insanın kavrayışı ile ilgili olan duygusal değerlendirmeler.
Bilinçdışı psikolojik durumların varlığı varsayımıyla Nietzsche, bilinçli düşüncenin kavramsal olarak ifade edilemeyen ve dolayısıyla bilincin bir nesnesi olarak yorumlanamayacak bir zemine dayandığına ilişkin sava bağlıdır. Nietzsche bilinçdışı durumun “dürtüler”[8], “duyular”[9] ve hatta düşünceleri (“sonuçlar çıkar içimizde mantar gibi. Sabahın birinde yanımızdalar, nereden geldiklerini bilmeyiz, hüzünlü ve huysuz bir şekilde bize bakınırlar”)[10] içerdiğini iddia eder. Tüm bunlar, Nietzsche’nin “dürtüler”ini (alternatif olarak “dürtüler ve duygular”) imlemektedir. Nietzsche bilinçliliğin kendi kendine yetme ve kendi kendini koruma olmadığını varsayar; “ruh” olarak adlandırdığı şey “insan için kolay olan ve bunun sonucu olarak memnuniyetle ve zarafetle yaptığı iç devinimler toplamı”dır.[11] Nietzsche, anlağı dürtülerden ayrılan bir şey olarak değerlendirmemize izin vermez:
Anlağımız açıkça bütün bu işlemlerde daha çok başka bir dürtünün kör maşasıdır: bize şiddetiyle acı veren dürtünün rakibi olan o başka dürtünün… “Biz” bir dürtünün şiddetinden yakındığımızı sanırken, burada esasen bir dürtünün başka birinden yakınması söz konusudur. Böyle bir şiddetin verdiği acının algılanması, aynı şekilde şiddetli ya da daha şiddetli başka bir dürtünün bulunması ve anlığımızın taraf tutacağı bir savaşın başlamak üzere olmasıyla mümkün olur.[12]
Anlağın dürtüler arasındaki çatışmaya yerleştirildiği durumlarda –yani, bir insanın tüm psikolojik varoluşu boyunca-, anlağın hangi tarafta yer alacağına dair herhangi bir seçeneğe sahip olup olmadığı bile net değildir; anlak, basit bir şekilde daha güçlü olan dürtüden yana tercih yapmak zorunda olabilir.[13]
Nietzsche psikolojisinin ayırt edici bir özelliği de bilinçdışının yoğrulabilirliği ile ilgilenmesidir: bilinçdışı kısmen geçmiş deneyimler tarafından koşullanmıştır.[14] Bunun doğru olması için bilinç durumunun bilinçdışını nedensel bir şekilde etkileyebilmesi gerekir. Nietzsche’nin tartıştığı gibi “Bağlayıcı bir belleğe sahip olup olmadığına nihai olarak kendi kendine karşı tutumu, kendi hevesleri ve niyetlerinin gözlemlenmesi sırasındaki kibarlığı, iyiliği ya da kötümserliği ve son olarak bizzat hevesleri ve niyetlerinin tarzı karar verir.”[15] Yani, birinin temayül ve niyetlerine yönelik -genellikle bilinçdışı durum olarak değerlendirilmeyen– bilinçli tutumlar bu durumlara nedensel etki yapabilirler.
Dolayısıyla, Nietzsche özgün toplumsal tarihsel koşullar altında dürtü ve duyguların nasıl bilişsel ve duygusal değerlendirmeler oluşturabileceğine dair bir görüş getirmeyi gerekli görür. Bu görüş ahlaki değerlendirmenin nasıl hiçbir şekilde ahlaki bir karakter taşımayan dürtü ve duygulardan çıktığını göstermek zorundadır. Nietzsche dürtülerin, ahlaki değerlendirme arkaplanına karşıt olarak ahlaki açıdan değerlendirildiğini söyler:
Töreden gelen uyarının baskısı altında olan dürtü, ya kendisini utanılacak korkaklık duygusuna dönüştürür ya da Hristiyanlık töresi gibi bir törenin onu insan kalbine yerleştirip tasvip etmesi halinde, hoş alçakgönüllülük duygusuna dönüştürür. Yani o, ya vicdan huzuruna ya da vicdan huzursuzluğuna bağlıdır! Kendisinde her dürtü gibi, ne ahlaksal karakteri ve adı, ne de eşlik eden belirli bir istek ya da isteksizlik duygusu var. Bunların hepsini, iyi ve kötü nitelikler biçiminde vaftiz edilmiş güdülerle ilişkiye girdiği zaman, ikinci bir doğa olarak edinir ya da halk tarafından ahlaksal bakımdan tespit edilmiş ve değerlendirilmiş insan özelliği olarak belirtilir.[16]
Nietzsche, belirli bir dürtünün herhangi bir değere sahip olmadığını iddia eder; özünde bir dürtü basit bir şekilde bir itki ya da ihtiyaçtır. Dürtüler, yorumlandıklarında değer ve önem kazanırlar ve bu yorumlamalar daima anlam ve değerin etkisini taşıyan diğer dürtülerce koşullanmış toplumsal bir bağlam içerisinde yer alırlar. Bir dürtü, korkaklık ya da alçakgönüllük duygusu ile ifade edilse de- ve haz ya da acı ile ilişkili olsa da- herhangi bir içe yönelik dürtü tarafından belirlenmez. Ahlak psikolojisi fenomeni herhangi bir ahlaki önem ve değere sahip olmayan dürtü ve duygulara dayanır, kendi failliğimiz açısından kavramlar ve hisler, dürtüler arasındaki ilişkilerden ortaya çıkar.
Eğer böyleyse, Nietzsche yine de kendimizi dürtü ve duygular arasındaki çatışmalar olarak değil anlayış ve eylemlerin birleşik özneleri olarak deneyimlediğimiz gerçeğine bir açıklama getirmelidir. O buna, dürtü ve duyguları kavramsallaştırmamız konusundaki yetersizliğimiz açısından bakar:
Üzerine dilin kurulduğu dil ve önyargılar, çok defa iç olayların ve dürtülerin içyüzünü anlamamızı engelliyorlar. Örneğin, sözcükler esasen sadece bu olayların ve dürtülerin en üstün dereceleri için mevcut olmaları yüzündendir… Bizler sadece bilinç ve sözcükleri olan ve bunun sonucu olarak övgüye layık ve kusurlu olduğumuz durumlara göre yansıyan kimseler değiliz. Sadece bizim tanıdığımız bu kaba feveranlardan dolayı kendimizi yanlış anlıyoruz. İçinde istisnaların kurallara ağır bastığı bir malzemeden sonuç çıkarıyoruz… Ne var ki, yanlış yoldan elde ettiğimiz kendi hakkımızdaki fikrimiz, sözde “ben”, bundan böyle karakterimizin ve yazgımızın yapısında çalışma arkadaşıdır.[17]
Dürtü ve duygu konusunda, kavramsal kelime haznesi bakımından eksiklik yaşadığımız için onların çıkarımsal olmayan anlayışı konusunda da eksiklik yaşarız. Bundan ötürü “karakterimiz ve yazgımız” (“Charakters und Schicksals”) – biri doğrudan doğruya Heraklitos’u hatırlatır- kendimizi gerçekte kabul ettiklerimizin dışındaki başka şeyler tarafından oluşturulur. Kendimizi “Ben” (Ich) olarak adlandırırız ve bu “Ben” ya da “ego” ile özdeşleşiriz.[18] Aslında ruhsal yaşamımız ne dilini bildiğimiz ne de bilincinde olduğumuz sayısız “içsel süreç ve dürtü”den oluşur. Düşündüğümüzden çok daha fazlasıyızdır.
Nietzsche sürekli olarak dürtü ve duygularımız hakkındaki biligimizin eksikliğinde ısrar eder:
“Her vaziyette insan davranışının nasıl oluştuğunu insanın bildiği, çok kesin olarak bildiği yolundaki çok eskiden kalma çılgınlık, hala hayatiyetini sürdürüyor.”[19]
Bununla birlikte, Nietzsche “İnsanın esasen bir eylem hakkında bilebileceğinin onu yapmaya asla yetmediği, şimdiye dek bilgiden eyleme hiçbir durumda köprü kurulmadığı “korkunç” hakikatin ta kendisi” (a.g.e.) olduğunu vurgular. “Köprü kurulamaz bu boşluk”tan dolayı “Birisi özbilişini ne kadar ilerletirse ilerletsin, hiçbir şey yapısını oluşturan bütün dürtülerin imgesinden daha yetersiz olamaz”[20] Bu nedenle, kavramsal olarak ifade edilen temsiliyetlerimiz bedensel ve organsal bağlamlarında bütünüyle duyu ve duygularımızı ele geçirme konusunda yetersiz kalmalıdır.
Bunu akılda tutarak şimdi tekrar öznellik problemine dönebiliriz. Bir taraftan, Nietzsche psikolojisi insanın varlığının, dürtülerin bilinmez bütünlüğü tarafından oluşturulduğunu savunur. Diğer taraftan, en azından fenomenolojik bir mesele olarak, kendimizi dürtülerin bir toplamı olarak değil, mantıklı birimler olarak anlamamız inkar edilemez gibi görünür. Kendimize bir fail olarak baktığımız oranda, deneyim ve eylemlerin birleşik özneleri olarak kendimizin çıkarımsal olmayan dolaysız bilgisine sahibizdir. Kendimize doğal organizmalar olarak baktığımız oranda ise, içgüdülerin, dürtülerin ve duyguların deneyimsel ve dolayısıyla çıkarımsal bilgisine sahibizdir. Çoklu dürtü ve duygular, hisseden ve düşünen bir özneyi nasıl oluşturur?
Bu problemin çözümü asla “yalnızca” bir demet dürtü ve duygu olmadığımızı kabul etmekte yatar. Bizler, daha çok hem yorumlayan hem yorumlanan dürtü ve duygularız. Yorumlama olarak dürtüler, anlamları ve değerleri içererek belirsiz dünyayı çözümler (“bilinemeyen ama hissedilen bir metin” ile karşılaştırın).[21] Yorumlanan olarak, hiçkimse doğrudan kendi dürtülerine erişmese de, insan, eylemlerini anlamlı ve/veya değerli birşeyler bulma hissiyatıyla deneyimler. Bu nedenle dürtüler, dünyayı iyi yapılandılırılmış olarak görmemize neden olurlar. Ancak, bu dünyada yer edinirken kendimizi dünya hakkında bir görüşe sahip olan varlık biçimleri olarak anlarız. Dürtüler, dünyaya ilişkin yorumalamalarımızı oluşturduğu için, bizi de dünyayla yüz yüze oluştururlar. Hem kendilik hem de dünya yorumlamalarımızın oluşturulmasında, dürtüler kendilerini iyi kötü uyumlu bir yapı içinde organize eder. Eğer yapı yeteri kadar uyumlu ise, dürtüler arasındaki çatışmalar ya sublime edilebilir ya da bastırılabilir. Dürtüler arasındaki çatışmaların bu yollardan biriyle ilgili olabilmesi koşuluyla, dürtülerin bir formda organize olduğunu söyleyebiliriz: “öznellik.”
Yukarıdaki düşünceler şöyle özetlenebilir: öznelliğin bir formu onun sürekliliği ve gelişimi için yapılan belli etkinliklere dayanan bir değerlendirme kipidir. Gerekli etkinlikler öznelliğin formu tarafından değerli ve anlamlı görülenlerdir. Bu nedenden ötürü, değerlerin, değerlendirme kiplerinin ifadeleri olduğu iddia edilebilir. Değerlendirme kipleri, yani öznellik formları, deneysel olarak testedilebilir psikolojik ve tarihsel hipotezler yoluyla anlaşılabilen olasılık koşullarına sahiptir. Dürtülerin belirlenebilir bir düzenlemesi, bir öznellik kipininin mümkün maddi koşuludur.
Konuyu Kant’ın öznellik teorisi ile karşıtlık içinde ele almak Nietzsche’nin konumunu netleştirmeye yardımcı olabilir. Eğer Kant herhangi bir olası öznelliğin formel (ve dolayısıyla tam olarak a prori, evrensel ve zorunlu) koşullarını belirlemeye giriştiyse, Nietzsche öznelliğin olası formlarınıın maddi koşullarındaki düşünsel doğrultuda bir değişikliğe gider. “Maddi koşullar” tarihsel, sosyolojik, psikolojik ve biyolojik koşulları, yani kendileri de koşullanan koşulları içerir. Öznelliğin koşullarının bizatihi nasıl koşullandıklarını vurgulayarak Nietzsche psikolojisi, “metodolojik doğalcılık”a uygun düşer: bu, a priori’nin metodojik olarak reddidir.[22] Formel olmaktan çok maddi olarak koşullar, zorunlu değil olumsal; evrensel değil yerel; sabit değil yoğrulabilirdir. Bu nedenle farklı ve özgün toplumsal-tarihsel koşullar, değerlendirmenin farklı kipleri olarak öznelliğin farklı formlarını mümkün kılar. Her değerlendirme kipi bir öznellik formuna karşılık gelir: anlam, amaç ve değeri sağlayan araçları içererek meydana çıkan dünyadaki bir yol.
Bu nedenle, Tan Kızıllığı’nda öznelliğin maddi koşulları görüşü, öznelliğin asla basit bir şekilde “verili” olmadığına; bunun yerine dürtülerin kararlı konfigürasyonları oranında bir çok farklı öznellik formunun mümkün olduğuna ve bir formu başka bir öznellik formundan ayıran olasılık koşullarının varlığına ilişkin bir tez olarak görülebilir. “Özne”ye, zorunlu bir şekilde verili halde keşfettiğimiz bir şey olarak bakmamalıyız. Daha ziyade kendimizi çoklu öznellikler açısından yorumlarız. Bu, öznelliklerin bir taraftan, verilen değil yapılan; diğer taraftan da basit bir şekilde belirli bilinçli öznelerin yönelimlerinin sonuçları olmayan belirleyici yapılarca koşullandığı anlamına gelir. Kuramsal perspektifteki bu değişimle Nietzsche, farklı toplumsal koşullar tarfından nasıl farklı öznellik türlerinin yapıldığını sorabilir. Bu açıdan Nietzsche’nin “ahlaka karşı savaşı”nın ve “özgür ruh”un ne anlama gelebileceğini tartışacağım.
CARL B. SACHS
YORUM GÖNDER