FEMİNİZM VE ÇOĞUL KİMLİK ARAYIŞI (3.BÖLÜM)
Radikal feminizm, tarihi sınıf çatışmasının değil, cinsiyetler arası çatışmanın belirlediğini ve kadınların ayrı bir sınıfı oluşturduğunu savunur. Kadın olmaktan kaynaklı ortak bir kimliğe sahip olmak ve aynı sömürü biçimlerine tabi tutulmuş olmaktan yola çıkarak, bu kimlik etrafında ortak mücadele ile kız kardeşlik dayanışmasını geliştirir. Kadının bedeni, cinselliği ve doğurganlığı üzerinde söz sahibi olması talebiyle yaygın eylemlere öncülük eder. Sorunu devletli sistemde görme yerine, erkekte gören ve erkeksiz bir dünyayı savunan, lezbiyenliği bir siyasi düşünce olarak öne süren bazı eğilimler de gelişir.
Kadına yönelik şiddet, ev içi şiddet, cinsel taciz ve tecavüzü “Özel olan politiktir” sloganıyla gündemleştirir. Cinsellik, doğurganlık, annelik, çocuk bakımı gibi konuların devlet siyasetiyle bağını kurarak, cinsiyet eşitsizliğinin, ayrımcılığın kamusal alan-özel alan ayrımı ile geliştiğini savunur ve bunu deşifre etme mücadelesine yoğunlaşır.
Marxist feminizm, kadın sorununun sınıf çelişkisinin çözümüne bağlı olarak çözüleceğini, genel toplumsal sorundan ve mücadeleden kadın sorunu ve mücadelesini ayırmanın doğru olmadığını dile getirir. Bu ayrıştırmanın güç kaybettireceğini, mücadelede parçalılığa yol açacağını ileri sürer. Sosyalist feminizm ise, sınıf sorunu ve kadın sorununu birlikte ele almaktan yanadır. Sınıfsal tahlillerle birlikte, ataerkilliği, erkek egemen sistemin kadın bedeni, emeği üzerindeki, toplumsal yaşam alanlarındaki politikalarını irdeler. Ev içi emek sömürüsünü görünür kılmaya çalışarak, çözüm yolları arar.
Kadın-erkek eşitliğini savunan, ancak erkek egemen sistemin başta cinsellik alanı olmak üzere, kadın üzerinde kurduğu tahakkümü aşma zorunluluğunu ortaya koyan anarko feminizm, küresel kapitalist sömürü ile kadın emeği ve bedeninin sömürülmesi arasında ilişki kurar. Feminist hareketin genellemeci yaklaştığı, Siyah kadınların çelişkilerini yeterince ele almadığı, Beyaz ve orta sınıf kadınıyla sınırlı kaldığı eleştirisini yapan Siyah feminizm gelişir. Irkçılığın cins çelişkisini derinleştirdiğini çözümler. Sömürgeci politikaları ve kadın üzerinde geliştirdiği şiddeti gündemleştiren post-kolonyal feminizm gibi, giderek çoğalan adlandırma ve arayışlar öne çıkar.
Başlangıçtaki hukuki eşitlik, erkekle eşitlenme mücadelesinin yerini, varoluş sorunlarına kafa yoran, emek-beden sömürüsü arasında bağ kurma ve çözüm yöntemlerini geliştirme arayışı alır. Kürtaj hakkı, cinsel özgürlük, eşit işe eşit ücret ve ev içi emeği tanımlama ve ücretlendirme gibi gündemler etrafında örgütlenme ve eylemliliğin yoğun olduğu, kadın lehine yasalarda değişikliklerin sağlandığı bir süreçtir. Giderek kadın sorunu ile toplumsal sorun arasında bağ kurma eğilimi de gelişir. Batı merkezli, beyaz-orta sınıf kadını ve liberalizmi aşmayan feminist eğilime dönük eleştiriler belirginlik kazanır.
Sosyalist mücadelenin kazanımları -Bolşevik devrimi, 2. Dünya Savaşı sonrası faşizmin yenilgisi ve Doğu Avrupa ülkelerinde gerçekleşen demokratik halk mücadeleleri, Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinde gelişen ulusal kurtuluş mücadeleleri-, kadın kimliğinin hem sınıf hem ulus ve ırk boyutuyla ele alınmasını gerekli kılar. Cins kimliğine dayanan sömürüyle birlikte, farklılıklardan kaynaklanan baskı ve sömürü biçimlerini; cinsel, sınıfsal, ulusal, ırksal yönleriyle ele alma ihtiyacı ortaya çıkar. Gelişen bilinç, örgütlenme ve eylemlilik düzeyi ile toplumsal gündemler oluşturulur. Kitlesel eylemler, kampanyalar düzenlenir, kadın-erkek ilişkilerine, ev içine saklanan sömürüyü açığa çıkaran tartışmalar, tarih araştırmaları, ideolojik tahliller yapılır.
Özellikle kapitalist ve reel sosyalist sistem krizini sorgulayan 1968 Öğrenci Gençlik Hareketleri, yeni tartışma ve arayışların önünü açar. 1980’lerle moderniteyi sorgulayan post-modernizm, reel sosyalizmi sorgulayan demokratik açılım eğilimleri gelişir. Küresel hegemonik sistem, neoliberal politikalarla bu arayışlara yön vermeye çalışır. Post-modernizm, modernitenin ötesine geçmek şöyle dursun, daha da derinleştirilmesine hizmet eder. Reel sosyalizmin 1990’larda çözülmesi, feminist, ekolojist, anarşist vb. sistem karşıtı hareketleri canlandırır. Devlet, iktidar tartışmaları, toplum, birey ve kadın üzerinde kurulan tahakküm çözümlemeleri öne çıkar.
Bu dönemde kimlik eksenli feminist teori ve politikaya yönelik feminist hareketin içinden ve dışından eleştiri ve sorgulamalar gelişir. Hannah Arendt’in kadının “çoğul kimliklerini” (aynı zamanda sınıfsal, ulusal, ırk, inanç kimlikleri) görmezden gelen feminizmin çözüm üretemeyeceği tespitinin karşılık bulduğu bir dönemdir. Kadın merkezli kimlik siyasetinin; evrenselci, tek nedensellikçi bir siyaset olduğu ve farklılıkları görmezden geldiği eleştirileri öne çıkar. Yine erkeğe karşıt olma yerine, egemen erkekliği ve iktidarı sorgulama temelli özeleştirel eğilimler gelişir. “Kültürel benliğimize kazınmış olan, feminizmin erkek karşıtlığı olduğu görüşünü değiştirmek için, çok çaba sarf etmemiz gerekiyor” diyen Bell Hooks’un, “Feminist hareket, erkekler için de ataerkinin köleliğinden kurtuluş umudunu barındırır. Feminist düşünce ve hareket ilerledikçe, aydınlanmış feminist aktivistler sorunun erkekler olmadığını, sorunun ataerki, cinsiyetçilik ve erkek tahakkümü olduğunu gördüler. Sorunun yalnızca erkeklerden kaynaklanmadığı gerçeğiyle yüzleşmek zor oldu” tespiti, yeni bir sürece öncülük eder.
Feminizmin “kadıncılık”
Feminist özneyi tanımlama arayışları hem sosyalist hem liberal ideolojik etkilenmeler içinde yürür. Sosyalist eğilimde dar kimlik yorumunu aşarak “çoğul kimlik” siyaseti savunulur. Liberal eğilimde ise post-modern feminizmin iki eğilimi öne çıkar: Farklılıkçı eğilim “dişil kimliği” öne çıkarır, kadın kimliğinin üstünü örttüğünü öne sürerek, toplumsal cinsiyet tanımını reddeder. Queer Teoriyi (norm haline gelen kadın-erkek ikiliğini reddeden ve cinsiyetsizliği, sınırsız cinsiyet oluşumunu esas alan düşünce) feminizme uyarlayan eğilim ise, post-feminizm (feminizm ötesi) olarak da tanımlanır. Kadın tanımını yapı-sökümcü yöntemle (var olan, norm haline gelen anlamları tersyüz edip, yeni anlamlar çıkarma) bozuma uğratmak ister. Bu istem, cins kimliklerini (erkeği de kapsar) reddetme ve cinsiyetsizliği savunmaya dönüşür. Bu eğilime, özellikle 1990’larda Cinsiyet Belası ve Bela Bedenler kitaplarını yazan Judith Butler öncülük eder. Butler, Queer Teoriyi feminizme uyarlayarak, kimlik “takıntısını” aşmak ister. Var olan bedenlerin ve cinsiyetlerin ötesine geçmeyi ve kadın-erkek ikiliğini aşmayı amaçlar.
Bunun nasıl geliştirileceği konusuna ise; “Bedensel kategorilerin doğallıktan çıkarılması ve anlamının çözülmesi stratejisiyle performans teorisine dayalı bir dizi parodik pratiği öneriyorum… bunlar, beden, cinsellik, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kategorilerini kesintiye uğratarak, ikici çerçevenin ötesinde yeni yıkıcı anlamlandırmalara imkan sağlayabilir” biçiminde bir yöntem önerir. Performans teorisi, tekrarların kabul gören cinsiyet kimliklerini oluşturduğunu ve tersinden aynı yöntemle “ikinci çerçevenin” yani kadın-erkek ikiliğinin ve norm haline gelen cinsiyetin ötesine geçilebileceğini öne sürer. Biyolojik ve toplumsal cinsiyetin aynı şey olduğu, ikisinin de kültürel olarak üretildiği; kadın veya erkek cinsiyetleri yerine, ne kadar birey varsa o kadar cinsiyetin olabileceği düşüncesine dayanır.
Bugün yaygın ve genel kabul gören feminist eğilim, Queer eksenli düşünce ve politikayı sahiplenmektedir. Kimlik olarak “kadın” reddedildiği için, kadınların ortak tarihsel bir geçmişe sahip olduğu ve ortak mücadele ile özgür bir gelecek yaratma hedefini reddetmektedir. Geçmişte kadının biyolojik özelliklerinin toplumsal özelliklerine yön verdiğini savunan feminist eğilimler “özcü” olarak eleştirilirken, post-feministler, ortak kadın kimliği, tarihi ve mücadelesini savunmayı “özcü”lük olarak eleştirir ve reddeder. Ataerkilliğin eskisi kadar gündem-etkili olmadığını savunan bu düşünce hem kadında direnen toplumsal kimliği hem de cinsiyetçilik temelli bu kimliği tüketmeyi amaçlayan devletli sistem saldırılarını görmezden gelir, yok sayar.
Doğallıktan çıkarılan sadece bedensel kategoriler olmaz, aynı zamanda tarihsel ve toplumsal zeminden koparılan bir kimliksizleştirme savunusu yapılır. Feminizmin “kadıncılık” temelindeki dar, dogmatik siyasetini eleştirmekle, kadının toplumsal kimliğini reddetmek, geçmişten ve gelecekten koparmak, farklı şeylerdir. Bu anlamda devlet ve iktidar zemininden kopmayan feminizm eleştirisi yerinde olmakla birlikte, eleştirilenin yerine nasıl bir özne ve mücadele konulduğu muğlak kalır. Bu durum günümüz feminizminin liberalizmin sularında yüzmesine hizmet eder; karşı çıkan feminist eğilimler olmakla birlikte, aynı düzeyde etkili olamazlar.
Sosyalist feminist Jane Clare Jones, “eril ve dişil insanlar”ın varolduğunu reddetmenin “eril tahakküm” ve “dişi ezilmişliği” reddetmek anlamına geldiğini belirterek şu sonuca ulaşır; “…kısacası, patriyarka diye bir şey var olamaz. Ve patriyarkaya dişi direniş de olamaz.” Butler’ın öncülük ettiği feminist kuramı eleştiren Jones; “elinizde kalan tek şey, ‘normlar KÖTÜ’ haricinde hiçbir ahlaki ölçüte sahip olmayan sözde bir eleştiri sistemi oluyor” tespitinde bulunur. Akademik zeminlerde, bilimden, tarihten, toplumsallıktan ve gerçeklikten kopuk yaklaşımların tehlikesine dikkat çeker. Post-modern ya da post-feminizmin yıkıcı eleştiri yönünün ön planda olduğu, yapıcı ve çözüm üreten yönünün eksik kaldığına dönük yoğun eleştiriler vardır.
HEJA ZERYA
Devam Edecek
YORUM GÖNDER