ANNALES VE TARİH (11.BÖLÜM)
RUHBAN, MÜDERRİS VE DEVLETİN TARİHE HAKİMİYETİ
Tapınağın hiyerarşi, hiyerarşinin de devletli uygarlığı doğurduğu süreçte tarih yazımı da bu dönemin karakterini yansıtmıştır. Sümer rahiplerinin tanrıların buyruklarıyla başlayan bu yazılı dönem, Akad, Babil ve ardıl tanrı-kral döneminde kralların buyrukları ve devletin resmi tarih anlayışları, mitoloji karışımlı bir motifle devam etmiştir. Batıda da tapınak-rahip-kral egemenliği ön planda topluma yön vermiştir. Bu hakimiyet devlet tarihini(bürokrasi) oluştururken, diğer taraftan devlet-kral-yönetim ve tapınak dışında kalan toplum da kendi tarih anlatısını-yazımını oluşturmaya başlamıştır. Çünkü artık ancak kolektif bilincin oluşmasıyla toplum kendini ifade edebilmiştir. Tapınak rahipleri ve vakanüvisler resmiyeti gördüğü her olayın birebir kaydını tutarken hikayeciler ise bir varlığın kişinin, nesnenin ya da kurumun yaşamını anlatmaya, yazmaya çabalamıştır. Bu aynı zamanda "tarih" kelimesinin Batı dillerindeki iki ayrı anlamının da temelini oluşturmuştur. İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca ve diğer birçok Batı dilinde tarih kelimesi (history, historie, storia, vb.) Grekçe ‘deki İstoria sözcüğünden gelmektedir. "Bildirme”, haber alma yoluyla bilgi edinme" anlamına gelen bu sözcüğü ilk defa Herodotos, “tanık olunan ve haber alınan şeylerin anlatılması şeklinde kullanmış, Aristoteles ise bin yıllar boyunca etkili bir ayrım yaparak İstorik bilgiyi (doğal olayların bilgisi) hakiki bilgiden, akıl bilgisinden ayırarak, "tarih yazıcılığı" adını vermiştir.
Batı’da Grek Antikçağa hâkim olan tarih yazıcılığı, rastlantısal olarak dönenen, sürekliliği olmayan şeylerin yazımı, kısacası tekerrür eden bir sürenin yazımı olarak şekillenmiştir. Doğu'da da benzer şekilde inancın egemen olduğu devlet tarihleri bin yıllarca devam etmiştir. Orta çağ tarih anlayışı ve yazımında bir değişimin yaşandığı bir devir olmuştur. Bunda etkili olan gelişme artık farklı semavi dinlerin, (Yahudi-Hristiyanlık ve Müslümanlık) Yahudilerin Yahue, Hristiyanların Tanrı, Müslümanların Allah dediği, ama üç kutsal kitapta da aynı yaratanın, ilahın lafzının yazılı olarak kullarına iletmesi, tarihe artık daha net çizgiler koyan bir anlayışı oturtmuştur. Yahudilik (Eski Ahit) ile başlayıp Hristiyanlıkla daha fazla etki alanı bulan, İslamiyet’te de devam eden tarih anlama, yorumlama ve yazma işi Orta çağın Antikçağdan devraldığı ve ilahi metinlerin yorumlanmasına dayanan bu anlayış hala önemli ölçüde varlığını devam ettirmektedir. Genel olarak determinist veya belirlenimci daha da anlaşılır şekliyle kaderci anlayış, düz-çizgisel bir kurgu üzerinden geçmişi anlatır.
Nitekim Tevrat, İncil ve Kuran'da Tanrı'nın kavmin (İsrailoğulları), kavimlere veya ümmetine gönderdiği bu kitaplara tarih açısından insanlığı başlangıcı, belli bir bitişi olan(mahşer) bir zaman sürecini anlatan ilahi metinler olarak değerlendirmek gerekir. "Geleceğe yönelik bir beklentiyle geçmişi tanıma ve bilme" anlayışının hâkim olduğu bu tarih bilinci ilk kez batı tarih düşüncesini bu çağda oluşturmuş ve bu Kuran'la Doğu'ya da hemen hemen benzer tarzda devam etmiştir. Tarihi metinler artık tarihin tekerrürden ibaret değil, bir daha tekrar etmeyen bir defalık ve tanrının dolaysız ürünü olarak hikâye edilmiştir. Augustinus'la (354-430) başlayan bu anlayış kutsal kitapları aynı zamanda tarih kitabı olarak görmenin de temelini oluşturmuştur. Bu dönem yeni bir tarih yazımından çok zaten yazılmış olan kutsal kitaplardaki ilahi tarihi kavratmaya yönelik faaliyetler hâkim olmuştur. Adem'den başlayıp Mahşer'e kadar devam eden ve öte dünyadan (Eskaton-Ahiret) bahseden, hagiografi olarak bilinen azizlerin hayat öyküsünü konu edinip onları idealleştiren tarih yazımı Hristiyan dünyasında önemli bir ağırlığa sahip olmuştur. Her ne kadar laikleşmişse de bu Hristiyan kilisesinin resmi tarih anlayışı, Batı'da da üretilen tüm tarih felsefesi, tarih yazımı faaliyetlerine etki etmiştir.
Hristiyan dünyasında Tanrı-Siyaset (Kilise-Devlet) eksenindeki bu duruma alternatif arayışlarda yine bu süreçlerin içinde gelişmeye başlamıştır. Reformasyon'un etkisinde tarih yazıcılığında laikleşme, kilisenin duvarları dışında ve yeni Ahit Ötesinde bir çaba boy göstermiştir. Hümanist düşüncenin gelişmeye başlamasıyla insanı(bireyi) merkeze alan bu değişim 15-16-17. yüzyıllarda ruhban sınıfının ideolojik baskınlığı en aza inmiş ve 18. yüzyıl Aydınlanma Hareketine zemin hazırlamıştır. Bu dönemlerde filozoflar " Tanrısal esinle bildirilen (sadece rahipler ve ruhban sınıfı bünyesindekiler tarafından bilinebilen) hakikatlerin " ciddiyetlerini eleştirmeye başladılar (21). Bu aynı zamansa siyasi otoritelerin hakikat bildirme yetkisine karşı çıkmayı da içeriyordu. Descartes, Loche, Bacon ve ardından Voltaire gibi aydınlar bu dönemin öncüleri oldular. Artık ilahi buyrukların ışında da insanın geçmişi hakkında vakanüvisler ve resmi tarihçilerin ilgilenmediği konular tarih yazımına konu olmaya başladı. Ancak bu hakikatin yazılması ve savunulmasında çok objektif bir alan açmadı. Bacon'un "Bilgi güçtür" dediği şu anlama geliyordu. O güne kadar bilginin toplum üzerindeki bu gücü kilise-devlet ikilisindeydi, artık bu gücü kullanacak kesim aydınlanmacılığın öncüleridir. Yani onun ve ardılları için bilginin asıl önemli yanı doğru olup olmadığı değil, onları güçlendirip güçlendirmediğidir. Ona göre bilim insanları genellikle hiçbir teorinin yüzde yüz doğru olmadığını var sayıyorlar, dolayısıyla da gerçeklik bir bilgi için kötü bir testtir; asıl önemli olan bilginin kullanışlılığıdır.
Çünkü gücü sağlayan asıl budur. Nitekim Aydınlanmanın aydınlarından olan Buffon, 18. yüzyılın ortalarında Antiller ve Kuzey Amerika’daki köleliği meşrulaştırma sürecinde insanların aynı soydan geldikleri fakat siyahilerin arı bir tür olduğunu ve köle olmanın onların kaderlerinde olduğunu savunmuşlardır. Bu savunu ırkçılığın temelinin oluşmasının zemini olmuştur. Bu alimane fikirlerin düşünürlerin maddi refahının genellikle dolaylı olarak (ve bazen doğrudan) Afrikalı kölelerin emeğinin sömürülmesine bağlı oluşu elbette bundan bağımsız değildir. (22) Bilginin güç oluşturduğu teorisi, ardından bilginin güçten iktidara dönüşümünü de hazırlamıştır. Elias Canetti, " Kitle ve İktidar" adlı kitabında, güç ve iktidarla ilgili şu belirlemeleri yapar: "Güç"" sözcüğü etkisi bakımından doğrudan ve burada olan bir şeyi iktidardan daha dolaysız bir biçimde zorlayıcı bir şeyi getirir akla.(...) güç kendisine zaman tanıdığında iktidar haline gelir ama kriz anında geri dönüşsüz karar anı gelince güç çıplak güç haline geri döner iktidar daha geneldir ve güçten daha geniş bir uzan üzerinde işler iktidar çok daha fazlasını içerir ama daha az dinamiktir iktidar daha törenseldir hatta belli bir sabır ölçüsü vardır.(23) Elbette F.Bacon’un kurduğu cümleden önce de “bilgi güçtür” farklı olan tek şey bu gücün (ruhban- kilise) teşhir edilmesi ve o gücün artık kendilerinde olacağıydı. Dönemin aydınlarının bilimin bilginin ve dolayısıyla hakikatin yazımında yönlendirmesi bu gücün bir sonucudur.
Doğuda İslam dünyasında benzer süreçlerin yaşandı uzun bir dönem yaşanmıştır Kur'an Tevrat ve İncil'de olduğu gibi tarzlar geçmiş tanımlamalarını ve buna bağlı olarak ilahi tasarım başarı ile biten bir geleceği içermektedir. 7. yüzyıldan itibaren İslam tarih yazımı da bu eksende şekillenip devam etmiştir. 8. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar İslam dünyasında tarih yazımı teorisi Aydın'a Kur'an hadis ve sahabelerin rivayetleri çerçevesinde şekillenmiştir genel olarak dört farklı bakış açısıyla tarihi ele alınmıştır birincisi tarihin genel meselelerini aktarmaya çalışırken çeşitli sebeplerle ilişkilerle gelişigüzel siyasi hukuki ekonomik ilmi ve edebi gibi toplumsal olay ve kurumlara değinmişlerdi. İkincisi ahlaki, iyi ve güzel değer olarak kabul edilen ilkeleri insanları davet etme amacıyla bu ilkeler açıklanarak halk onlara teşvik edilir ona göre davranmaları tavsiye edilir ve onların ruhlarına bu gibi şeyler yerleştirilir. Aksine davrananlar uyarılır.
Bu tarzın önemli isimleri İbni Miskeveyh 10-11. yy.), Gazali (12.yy), İbni Kuteybe (9. yy), Tabiri (14.yy), Mavzerdi (11.yy)'dir. Üçüncüsü Farabi'nin (10.yy) başını çektiği ve toplumsal olaylarda ideal hareket tarzının ne olduğunu araştıran ve tespit etmeye çalışan filozofların olduğu yoldur. Bunlar olan ve olmaya devam eden Toplumsal olayları olması gerektiği biçimde ele alarak ideale aramışlardır (İslamidealistleri) (24). Bir de dördüncü bir yol olarak İbni Haldun'un (14.yy) gerçekçi yaklaşımıyla şekillenen İslam realistleri İslam tarih yazımına Çok önemli bir boyut kazandırmıştır. İbni Haldun sadece tarih yazımı konusunda değil, onun ümran (inşa) dediği Kur'an noktasında da önemli perspektifler geliştirmiştir. Gerçeğe hakikate ulaşmanın ciddiyetine verdiği önemi “mukaddime” adlı eserinin “mukaddeme” kısmında şöyle açıklamaktadır: “Tarih birçok kaynaklara çeşit çeşit bilgilere sahibine hakkı (doğruya_hakikate) ulaştıran hata ve sürçmelerden çekip çeviren güzel bir düşünceye ve kararlılığa muhtaçtır.
Çünkü haberler (ve rivayetleri) hususunda mücerret (soyut) nakli itimat edilir de ananelerin esasları siyasi kaideler “ümran tabiatı” (sosyolojinin doğası) ve insan topluluğundaki haller hakem kılınmaz hususta gaip (görünmez alem-somut olmayan) şahide kıyas edilmez ise bu konularda hataya düşmekten ayağın kaymasından ve doğruluk caddesinden satılmasından ekseriya emin olunamaz çoğu kere tarihçilerin müfessirleri yorumcuların ve nakil ustalarının hikayelerde ve vakalarda içine düştükleri hataları sahibi zayıf veya sağlam demeyip bu hususta nakle ihtimal etmeleri bu gibi şeyleri akıllarıyla mukabele ve benzerleri ile mukayese etmeleri hikmeti (bilgelik) esas alma kainatın ve olan şeylerin tabii atlarına vakıf olma haberlerde düşünce ve basireti hakem kılma kıstasları ile inceleme yapmamış olmalarındandır. Bu yüzden haktan doğrudan satmışlar vahim ve hata sahrasında şaşkın şaşkın dolaşmışlardır.’ (25) İbni Haldun'un bu tespitleri şunu göstermektedir, tarih yazımı alanında kendisinden önceki tarihçiler İbn Hişam, İbn İshak, Vakidi, Belazuri, Taberi ve Mesudi gibi isimleri uydurma rivayetleri nakletmekle eleştirmiş ve buna dair İsrailoğullarının orduları hakkındaki (600.000) kişi iddia Tebabia'lar hakkındaki rivayetler ile Harun Reşit'in Bermekiler’ e karşı tavrı hakkındaki uydurma rivayetleri ile gerçekleri karşılaştırarak doğruya ulaşmanın yöntemini ortaya koymuştur.
İbni Haldun'un Bu tespiti İslam Tarihi yazımı ve kastettiği sürecin 14. yüzyıla kadarının nasıl şekillendiğini ortaya koymaktadır özellikle Abbasiler, Fatımiler, Sasaniler ve diğer Türk İslam devletleri dönemi aynı zamanda İslam felsefesinin ve dolayısıyla Tarih yazımının önemli tartışmalar restleşmeler ve değişimler geçirdiği dönemler olmuştur. Gazali'nin bu dönemde İslam düşünüşüne çektiği set ya da İbn Rüşd, Biruni, İbni Sina gibi İslam rasyonalistlerinin daha çok geri planda tutulmaları ve İbn Haldun'un (realist) gerçekte tavrından dolayı eleştirilmiş olması (27) bu süreçlerin tarih felsefesi faaliyetlerini koşullarında göstermektedir ancak İbn Haldun'un geliştirdiği tarih eleştirisi dönemine göre devrimci bir tutum niteliğindedir. Bu eleştirel yaklaşım Avrupa'da ancak 400 yıl sonra 18. yüzyılda tartışılmaya başlanmıştır. Genel olarak hem Musevi hem İsevi hem de İslami tarih yazımı olarak dini yöntem hem kendisinden önce hem de kendisinden sonraki dönemlerde ayrı ama 3 ilahi değerlendirmede de ortak olan temel nokta tarih yazımında ahlakın ön planda olması ve bu alanda önemli bir mesafe almış olmasıdır.
TARIQ HESEN
YORUM GÖNDER