İKTİDAR VE DEVLET; POLİTİK SÖZÜN DOLAYISIYLA ÖZGÜRLÜĞÜN BİTTİĞİ YERDİR (3.BÖLÜM)
Tarihte uygarlık güçlerine karşı sadece politikleşmiş kentlerin değil belki de daha fazla kabile, aşiret, dinî cemaat, felsefi ekol gibi belli başlı toplumsal grupların, özerk politik güç halinde kalabilmek için sergiledikleri sayısız direniş vardır. İbrani kabilesinin üçbinbeşyüz yıllık (M.Ö. 1600’den günümüze kadar) özerklik öyküsü, belki de en ünlü örnektir. Yahudilerin, tarihte ve daha çok da günümüzde çok zengin ve yaratıcı olmalarında, İbrani kabilesinin uyguladığı özerklik politikası, belirleyici rol oynamıştır. İslâm dininin imparatorluk ve iktidar aracına dönüştürülmesine karşı da çok büyük direnişçi mezhepler ortaya çıkmıştır. Alevilik ve Haricilik mezhepleri, kabile ve aşiretlerin özerk yaşama politikalarını yansıtır. Sünni hükümranlık, sultanlık geleneğine karşı her kavim bünyesinde görülen yaygın muhalif mezhep çıkışları, özünde aşiret ve kabile halklarının direnişçi ve özgürlükçü politikalarının sonucudur. Bir nevi Sünni İslâm sömürgeciliğine karşı halkların ilk özgürlük ve bağımsızlık hareketleridir. Hıristiyanlık ve Musevilik’te de benzer çok sayıda direniş mezhebi vardır. Ortaçağ, boydan boya bu tür yerel, kentsel, kabilesel ve dinî cemaatlerin özgürlük ve özerklik politikası uğruna mücadeleleriyle dolu geçmiştir. İlk Hıristiyan cemaatlerinin üç yüz yıllık yarı-gizli direnişçi manastır yaşamı, çağdaş uygarlığın hazırlanmasında başrolü oynamıştır. Antikçağ Yunan felsefi ekollerinin özerk politikaları, bilimin temel hazırlayıcı gücü rolünü oynamıştır. Günümüze kadar ulaşan halklar, uluslar bu gerçeği en çok dağ başlarında ve çöl ortalarında yüzlerce, binlerce yıl direnen kabile ve aşiret atalarına borçludur.
İnsanlık, tarihte sadece toplum ve coğrafi bölge düzeyinde politik direniş geliştirerek varlığını ve onurunu korumamıştır; bireysel düzeyde de bazen ağırlığı bir ulus kadar olan direnişçi politik kişilikleri tanımıştır. Tarih bu tür örneklerle doludur. Âdem’den Nuh’a ve Eyüp’e, İbrahim’den Musa’ya, İsa’ya ve Muhammed’e kadar ana halkalar halinde devam eden ve Kutsal Kitapta sayıları 124 bin olarak verilen tüm peygamberlerden çok sayıda bilgeye, Tanrıça İnanna’dan Hz. Ayşe’ye, Zennube’den Hypatia’ya, Kibele’den Meryem’e, Buda’dan Sokrates’e, Zerdüşt’ten Konfüçyüs’e, cadı kadınlarından Zeynep’e ve Rosa’ya, Bruno’dan Erasmus’a dek sayılamayacak kadar çok birey olarak insan, özgür ve onurlu kalabilmek uğruna ölümüne direnebilmiştir. Toplum, eğer bugün hâlâ ahlaki ve politik olarak sürüyorsa, herhalde bu bireylere çok değer borçludur. Aksi halde köle sürülerinden farkı kalmazdı.
Özgür İnsan Doğası’nın en temel özelliği, kendi tarihini seçebilmesi ve özgürlük mücadelelerinin tarihiyle yaşamayı bilmesidir. Bu bakış açısıyla Merkezî Uygarlık Sistemini, özgürlük sorunu temelinde değerlendirdiğimizde giderek katmerleşen bir kölelikle donandığını gözlemleriz. Kölelik üç boyutta da güçlü yaşatılır: İlkin ideolojik kölelik inşa edilir. Mitolojilerden korkutucu ve hükümran tanrılar inşa edilmesi, özellikle Sümer toplumunda çok çarpıcı ve anlaşılırdır. Zigguratın üst katı, zihinlere hükmeden tanrıların mekânı olarak düşünülür. Orta katlar, rahiplerin politik yönetim karargâhlarıdır. En alt kat ise, her türlü üretime koşturulan zanaatçı ve tarımcı çalışanların katı olarak hazırlanmıştır. Bu model, günümüze kadar özde değişmemiş sadece muazzam bir açılma-saçılma konumuna erişmiştir. Aldatıcı mitolojinin ikna yeteneğini kaybettiği Ortaçağ’da devlet dine dayalı meşrulaştırıldı. Dinin ikna ediciliğini yitirdiği yerde felsefe (Platon’un Devlet’i) ve Roma’da hukuk devreye girdi.
Aynı çizgide kapitalist çağda ise devlet, Hegel’in hukuk felsefesine (Ulus-devletin İncil’i) dayalı olarak meşrulaştırılmaya çalışıldı, faşist kitle sürü toplumu bu temelde yaratıldı. Dolayısıyla Zigguratı çözümlemek, Merkezî Uygarlık Sistemini ve onun günümüzdeki temsili olan Kapitalist Dünya Sistemini gerçek temeline oturtarak çözümlemek demektir. Madalyonun bir yüzü sermaye ve iktidarın kümülâtif tarzda sürekli gelişimi iken diğer yüzünde korkunç kölelik, açlık, yoksulluk ve sürüleşme vardır. Bu temelde özgürlük sorununun nasıl derinleştiğini daha iyi anlıyoruz. Merkezî Uygarlığın sistematiği, toplumun giderek özgürlükten yoksunlaştırılmasını ve sürü toplum derekesine düşürülmesini sağlamadan kendini sürdüremez, varlığını koruyamaz. Sistemin mantığındaki çözüm, daha fazla sermaye ve iktidar aygıtları oluşturmaktır. Bu ise, daha fazla yoksullaşma ve sürüleşme demektir. Özgürlük sorununun bu denli büyümesi ve her çağın temel sorunu haline gelmesi, sistemin doğasındaki bu ikilemden ötürüdür. Meselenin özü, sınıflaşmayla ilgilidir. Toplumun sınıflaştırılması, ancak sert geçen ahlaki politik mücadelenin devlet lehine bastırılmasıyla mümkün olmuştur. Bu hususa çok dikkat edilmelidir. Sınıf mücadelesi sorunuyla en çok uğraşan Marksistler bile sınıflaşmanın doğasını doğru belirleyememişlerdir. Sanki sınıflaşma bir erdemmiş, uygarlığın ilerleticisiymiş gibi değerlendirmekten kendilerini alıkoyamamışlardır.
Tarihin mutlaka kat etmesi gereken bir aşamaymış, bir köprüsel ilişkisiymiş gibi sınıflaşmayı, tarihsel materyalizmin gereği saymışlardır. Uygarlık çözümlememde sınıflaşmayı, politik ve ahlaki toplumun daraltılması ve işlevsizleştirilmesi olarak değerlendirdim; sınıflaşma geliştikçe toplumun daha çok iktidar ve devlet hegemonyasına geçtiğini önemle belirttim. Tarih bu anlamda sert bir sınıf mücadelesiyle geçmiştir. Dolayısıyla sınıflaşmanın gerçekleştirilmesinin kendisi bir ilerleme, gelişme olmak şurada kalsın, tersine toplumsal bir gerileme, ahlak, politika ve özgürlükten düşüştür. Toplum aleyhine, onun iki temel dokusu olan ahlak ve politikasını gerileten ve işlevsizleştiren bu gelişme, iyi değil kötü bir gelişmedir. Toplumun ahlak, politika ve özgürlüğünü bastıran, işlevsizleştiren, toplumun söz ve iradesini egemen sınıf lehine gasp eden bir karşıdevrim olarak nitelendirilmesi daha doğru ve hakikate götüren bir tespittir. Toplumun ahlak, politika ve özgürlüğü aleyhine sınıflaşmanın ilerleme için kaçınılmaz bir durak olduğunun iddia edilmesi, hele bunun Marksist bir ifade olarak belirlenmesi, özgürlük mücadelesinde içine düşülen ciddi bir yanlışlıktır. Sınıflaşma, ahlaki ve politik toplumun bağrında ortaya çıkan bir kanser hastalığı olup sürekli bir direnişle karşılık bulmuştur. Sınıfsallaşan toplumlarla karşılaştırdığımızda ahlaki ve politik toplumun en önemli özelliğinin özgürlüğü aleyhine konumlanan sınıflaştırmaya karşı sürekli direnmesidir. Dolayısıyla kendini en az sınıfsallaştıran toplum, en iyi toplumdur.
Politik mücadelenin başarısı, kendini sınıflaştırmaya uğratmamasıyla belirlenebilir. Politik mücadele ancak kendi toplumunu sınıflaştırmayarak dolayısıyla kendini iktidar ve devlet aygıtlarının tek taraflı zoru altına sokmayarak başarısını kanıtlayabilir. Gırtlağına kadar iktidar ve devlet zorunu yaşayan toplumlarda başarılı bir politik mücadeleden bahsetmek, ciddi bir yanılgıdır. Kendini ya hiç iktidar ve devlet zoru (iç veya dış, milli veya gayri milli olması bu anlamda pek önemli değildir) altına sokmamak ya da sert geçen bir mücadelenin ardından devlet ve iktidarla karşılıklı rızaya dayanan bir uzlaşmaya varmak, bu temelde iktidar ve devleti tanımak, politik toplum için idealdir.
Kapitalist Modernite, politik toplumun en çok daraltıldığı ve işlevsizleştirildiği son uygarlık aşamasıdır. Bu hususun iyi kavranması gerekir. İdeolojik hegemonya olarak liberalizme göre politik mücadele hatta demokratik siyaset kendi döneminde son derece gelişkindir. Yüzeyden bakıldığında doğru görünen bu idea, özde tersini ifade eder. Kapitalist Modernite Dönemi, bireycilik ve tekelciliğin azami geliştirilmesi sonucunda ahlaki ve politik toplumun en işlevsiz halini yaşadığı dönemdir. Azami iktidar olarak ulus-devlet, politik karakterini azami ölçüde yitirmiş toplumdur. Ulus-devlet, böylesi bir toplumu doğurur. Hatta ortada toplum diye bir şey kalmaz. Toplum, ulus-devlet ve küreselleşen şirketler içinde âdeta eritilmiştir. Michel Foucault, bu noktada ‘toplumun savunulmasını’ özgürlüğün temeli olarak görür. Toplumun yitirilmesini (aşırı bireycilik ve tekeller tarafından, modernitenin ta kendisi olarak), sadece özgürlüğün değil insanın da yitirilmesi olarak değerlendirir. Kapitalist modernitenin toplumsal sorunları çözmekten ziyade daha da karmaşık hale getirdiği açıktır. Bu durum işsizlik, çatışma ve ekolojik yıkım gibi bugünün dünya çapındaki temel sorunları bir yana, en yüzeysel sorunlarda bile kendini belli etmektedir. Bunun temel nedeni, sorunların, beşbin yıllık uygarlık kökenli olmasıdır; uygarlığın bizzat kendisinin büyük bir sorun yumağı olmasıdır.
Burjuva sınıfın, Ortaçağ Teolojisini, Pozitivizm cilasıyla boyanmış seküler ve bilimci bir felsefe olarak sunma çabası, anlaşılabilir. O, elbette rahminde büyüdüğü sosyal gerçekliğin izini taşıyacaktır. Ortaçağdan beri hatta tüm uygarlık tarihi boyunca zihinlerimize yüklenen imgesel yaklaşımlardan kurtulmadan, pozitivist dalganın zihinlerimizi âdeta esir alması kaçınılmazdı. Bu durum, bazı klişe düşünceleri aşırı tekrarlayan, içi boş kuru bir retoriği gerçek sanmaktan öte bir gelişmeye fırsat tanımadı. Eskiden “İmam ne derse doğrudur” tavrı yerine “Öğretmen, filozof ne derse doğrudur” tekerlemesi geçti. Zihni verimsizliğimizin temelinde bu gerçeklik yatar. Dolayısıyla kendi Toplumsal Doğamıza ilişkin tek bir yorum yapma hakkından bile yoksun kaldık. Bu çok vahim bir durumdur, beyinsel körleşme ve esarettir. Dinsel dogmatizm, hiç olmazsa geleneğin bir nevi taşıyıcı gücüyle bazı tarihsel gerçekleri anımsatır. Pozitivizmde bu da yoktur. Pozitivizm, gerçeklerimizle aramıza kocaman bir yabancılaşma bendi örer. Batı’nın ideolojik hegemon gücü olarak, deyim yerindeyse silah sıkmadan (beynini kullanmadan) karşısındakini teslim almak ister. Açık ki bu dogmatizmi kırmadan, genelde resmi uygarlığı çözümlemek özelde kapitalist modern paradigmayı kırmak mümkün değildi.
Dolayısıyla özgür yorumlama gücüne erişilemezdi. Şu düşüncemde ikna olmuş durumdayım: İdeolojik silahlar, askeri silahlardan daha fazla yasaklayıcı rol oynar… Tüm bu anlatımları, iki kavram altında yeniden yorumlamak bana daha öğretici geliyor: İdeolojik ve Maddi Kültür olarak. Fernand Braudel’in, Kapitalist Kültüre ‘Maddi Kültür’ demesini önemli buluyorum. Bu kavramı, sadece Kapitalist Uygarlık için değil tüm sınıf, kent ve devletli Uygarlıklar için kullanıp yaygınlaştırmak, çözümleme olanaklarımızı arttıracaktır. Maddi ve Manevi Kültürün birbirinden kopartılması, uygarlık süreçlerinin kuruluş aşamalarından kapitalizme kadar aralıksız devam etmiştir. Kapitalizm, Maddi Kültür boyutunda, bu sürecin, sadece en son aşamasını ve zirvesini temsil etmektedir. İdeolojik (Manevi de denilebilir) Kültür de başlangıçtan itibaren var olup, Özgürlük Sosyolojisinin kapitalizme denk gelen aşamasında zirve yapmak durumundadır.
Araştırmamızı bu yönüyle geliştirdiğimizde hem tüm Uygarlık Tarihi boyunca Uygarlık ve karşı direniş boyutunda Maddi ve İdeolojik Kültürün ilişkileri ve çatışmalarındaki anlam gücümüzü arttırmış hem de Özgürlük Sosyolojisiyle ‘Ortaçağ ve Kapitalist Modernite’ bağlantısını kurup, İdeolojik Kültür boyutunda Özgür Yaşamın anlamını değerlendirmemize güçlü bir hazırlık yapmış olacağız. Yapacağım yorumlar, daha çok şimdiye kadar gözlemlediğimiz Neolitik Kültürün ve Uygarlık Kültürünün değerlendirilmesi temelinde Özgürlük Sosyolojisinin inşasına ilişkin bir deneme çalışması olacaktır. Tarih boyunca ayakta kalan Neolitik Toplumun İdeolojik Kültürünü küçümsememek gerekir. Analık Hukuku, toplumsal dayanışma, kardeşlik, çıkarsız ve salt toplum amaçlı sevgi, saygı ve iyilik düşüncesi yani Ahlâk, karşılıksız yardımlaşma, gerçek değer üretenlere ve toplumu yaşatanlara saygı, Kutsallık ve Tanrısallık kavramlarının saptırılmamış özüne bağlılık, komşuya saygı, eşitliğe ve özgür yaşama özlem gibi Ölümsüz Değerler, bu toplumun temel varlık nedenleridir.
ALİ FIRAT
YORUM GÖNDER