YAŞAM, UNUTMAMAYI UNUTMAYA YEĞLEYEN İNSANLA VARDIR (1.BÖLÜM)
“Meşalesini esarete kaptıranın meşalesi söner, karanlık egemen olur. Özgürlük, yaşamak istiyorsa, her gün ateşin karşısında durulanmalı, su ile temizlenmeli, çelişkisi ile birlikte yaşayacağını unutmamalıdır.”
Zerdüşt: güzel söz, güzel davranış, güzel eylem
Unutmamak, salt insan hafızasının kapasitesi ya da uyanıklığıyla kendini dışarı vuran basit bir hatırlama olayı değildir.
Unutmamak, insani varoluşun kendi özgürlük bilinci, tarih ve toplum oluşturucu kültürün inşa gücüdür. Onun ahlaki ve politik yaratım yeteneğidir. Bu nedenle unutmak, her şeyden ve herkesten daha çok kendine, öncelikle de kendi varoluş gerçeğine ihanet etmektir.
Unutmamayı seçen insan, tarihsizleştirme dayatmaları karşısında tarihini, insan dışılaştırma çabalarına karşı insanlığını koruma ve evrensel köklerine sıkı sıkıya tutunabilme başarısını gösteren insandır. O, bilinç oluşturucu ve eylem kurucu gücüyle gerçek manada yaşayan ve yaşatandır. Yaşam, unutmamayı unutmaya yeğleyen insanla vardır.
Unutmayı tercih eden insan ise, yaşam dışıdır. Çünkü o, anlamın bilinç ve eylem oluşturucu kurucu özelliğinin dışında sorgulamanın ve yaratmanın uzağında, rengini ve devinimini yitirmiş tektipleşmiş insan sıradanlığının tarafındadır.
Unutmamak ezber bozucu bir sıra dışılığa yöneltirken, unutmak alışkanlıkların tekrarına dayanan sıradanlığına yönlendirir. Sıra dışılık ortak değerler, hak ve özgürlükler üzerinden demokratik bilinci temellendirirken, sıradanlık kısır bir tekdüzeliğin ve vasatlığın sınırlarında kula kulluk etmenin, teslimiyetçiliğine sığınır ve despotizme, despotizmin yeni führerlerine yol açar.
Sıradanlığın statükonun besleyeni olduğu gerçeği, Covid-19 salgınının neredeyse her yeri kasıp kavurduğu günümüz şartlarında kendisini daha çok hissettirir hale geldi. Toplumsal bileşenleriyle barışık ve insani değerin baskın geldiği ülkelerde yöntem, test uygulama ve hasta olanla olmayanı ayrıştırarak tedaviyi önceleme biçiminde geliştirilirken, totaliter yönetime sahip ülkelerde ağırlık toplumsal bağışıklık yöntemine verildi. “Bilim Kurulu” tarzındaki maskeleme yöntemleri ile bir yandan bilim dışı uygulamaların üzeri örtülüp açığa çıkarılanlarda meşrulaştırılırken diğer taraftan günlük olarak önümüze sürülen istatistiki tablolarla ölüm, sıradanlığı daha da sıradanlaştırmanın korku silahı haline getirildi. Öyle ki Covid-19’dan çok, ona yakalanabilme olasılığının yarattığı psikoloji daha büyük etki ve sorunlara yol açtı. Örneğin yaşlı insanlarımız tam bir cüzzamlı muamelesine maruz kaldılar. Bu insanlara yönelik uygulama, kurban bayramlarında karşılaştığımız kurbanlık boğaların kovalamasından neredeyse farksızdı. 65 yaş üstü insanların bulaştırıcı özelliğe sahip olmadıkları bilindiği halde içeride tutulmaları bulaşıcı özelliğe sahip gençlere ise rahat hareket etme imkânın tanınması ve bunun da bilimsellik adı altında sunulması, başlı başına bir başka ilginçliği meydana getirdi. Haliyle burada Esposito’nun Nazi ötenazi programı hakkındaki yorumunu hatırlamamak olanak dışı kalır: “…‘yarım insanları’, ‘hasarlı varlıklar’, ‘zihin, ölümü gerçekleşmiş olanlar’, ‘insan safraları’ hem zaten bir ölçüde ölüdürler hem de bünyelerinde ölümü bütün nüfusa bulaştırma riski taşımaktadırlar, yaşamları yaşam değildir; Nazi ötenazi programında haklarında şöyle denir: “Yaşamdan yoksun varoluşlar!”
Çarpıcı olan nedir biliyor musunuz?
Yaşamdan yoksun varoluşlar, bugün 60-65 yaş üzeri insanlarımızda somutlaştırılıyor gibi görünse de, özünde kapitalist modernitenin klasik ulus-devlet pratikleşmesinde toplumun büyük bir bölümünü, ezici çoğunluğunu tanımlıyor olmasına rağmen yeterince farkında olunmamasıdır.
Devlet bürokrasini oluşturan %10’luk kesim dışında kalan emekçi insan, ezilen ve sömürülen toplumsal kimlikler, işsiz gençlik ve cinsiyetçiliğe maruz kalan kadın gerçeği, her zaman “yaşamdan yoksun varoluşlar” olarak görülmüş ve iktidar aygıtlarınca hep bu muameleye tabi tutulmuşlardır. Nitekim sürmekte olan Covid-19 salgını sürecinde de değişen bir şey olmamıştır. Aksine, ekonomik rant ve süreklilik açısından, iktidarın kendini yeniden tahkim etmesi bakımından sistem kaldığı yerden işlemeye devam etmiş, hatta salgının yarattığı panik psikolojisinden istifade etmeye büyük özen göstermiştir.
Bu türden salgın, afet, kriz ve kaos dönemlerini kendini yeniden tahkim etmenin ve rant devşirmenin olağanüstü koşulları haline getirmenin ustası olan kapitalizmi, Naomi Klein “Şok Doktrini-Felaket Kapitalizminin Yükselişi” adlı eserinde yoğunca deşifre eder. Kaynağını sorgucuların işkence yöntemlerinde ve askeri doktrinin “düşmanın iradesini, algılama ve kavrama yetilerini kontrol altına almak ve düşmanı hareket etme ve tepki gösterme konusunda tamamen etkisiz hale getirme” perspektifinde bulan bu yöntem, sonradan ekonomist M. Friedman’ın Şikago Okulu ve Dr. Cameron tarafından daha da geliştirilerek ekonomik ve psikolojik bir saldırı aracına dönüştürülmüştür. Örneğin Mc Gill Üniversitesi psikoloji bölümü başkanı Donald Hebb’in, “yoğun tecridin çok açık bir şekilde düşünme yeteneğine engel olduğunu ve insanları telkinlere açık hale getirdiği” tespiti, sorgucular açısından muazzam bir bilgi alanı yaratırken, M. Friedman ekonomik alanda devreye konacak değişikliklerin hızı, aniliği ve kapsamının “uyumu kolaylaştıracak” psikolojik tepkileri harekete geçireceğini öne sürmekte ve adını da “şok tedavisi” olarak belirlemektedir.
NASRULLAH KURAN
YORUM GÖNDER