DEVLETİN HUKUKU MU, TOPLUMUN AHLAKI MI? (1.BÖLÜM)
Tarihsel toplum ve toplumsal doğa bir bütündür. Bu bütünlük içinde ele alındığında, her parça ve tarihsel aşama doğru bir yorum, tanım ve anlama kavuşur. Bunu parçalayan ve kendi tikel gerçeğini öne çıkaran, başat hale getiren, hatta tarihin temel öznesi olarak gören ve gösteren yaklaşımların toplumsal bir anlamı ve değeri yoktur, olamaz. Böylesi anlatılar tarih değil, ancak uydurulmuş kahramanlık öyküleri veya egemenlerin bilinçli ideolojik çarpıtmaları olabilir.
Devletçi uygarlık güçleri, tarihi kendileri ile başlatıp kendileri ile sonlandıran bir anlayışa sahiptirler. Onlara göre devlet öncesi bir toplum ve dolayısıyla tarih yoktur. Olsa bile geri, ilkel, barbar, kaos ve karanlıktır ve dikkate alınması gereken bir süreç değildir. Her şey devlet ile başlamıştır. Devletsiz bir toplum düşünülemez. Devletsiz bir toplum kaos demektir. Nasıl çobansız bir sürü olamazsa- olsa bile kurda kuşa yem olur- devletsiz bir toplum da olamaz- olsa bile kendini sürdüremez- dağılıp yok olur. Zihinlere hep bu ideolojik zehir şırınga edilmeye çalışılmıştır.
Oysa bilinmektedir ki, insanlık, ömrünün %98’ini devlet öncesi toplumsallıkta geçirmiştir. Buna doğal toplum veya ahlaki-politik toplum diyoruz. Doğal toplum zamanı, çarpıtılarak yansıtıldığı gibi, bir ilkellik, barbarlık veya karanlık bir dönem değildir, olmamıştır. Tam aksine en sağlıklı, ahlâklı, demokratik bir yaşam ve toplumsallığı ifade etmektedir. Burada ahlâk, toplumu bir arada tutan temel harç görevini görmektedir. Toplum ahlaki ölçüler dışında bir kurala veya güce ihtiyaç duymamaktadır. İnsanlığa ve topluma ait en temel değerler ve yaratımlar bu süreçte ortaya çıkmıştır. İnsanlık bugün bile o ilklere, yaratılan o değerlere dayanarak ayakta kalmakta ve yaşamını sürdürmektedir. Hem de devlet ve iktidarcı güçlerin tüm saldırı, baskı ve engellemelerine rağmen.
Devlet ise son beş bin yıllık tarihe ait bir olgudur. Devleti, toplumsal gelişim çizgisinden bir sapma, sağlıklı bünyeye sirayet eden ölümcül bir virüs veya kanserli bir ur olarak tanımlamak doğru bir belirleme olacaktır. Virüs nasıl sağlıklı hücreden besleniyorsa, devlet ve iktidar da topluma bir kene gibi yapışarak ondan beslenmektedir. Topluma ait değerleri, ya yok etmek ya da özünden boşaltarak kendine mal etmeye çalışmaktadır. Bu nedenle toplumla özdeş olan ahlâkın yerine hukuku ikame ederek kendi iktidar sistemini kalıcı bir kurumlaşmaya kavuşturmak istemiştir. Kentleşme ve sınıflaşma ile birlikte kendisini başat bir uygarlık-modernite olarak dayatmış ise de toplumu yok edememiş, her zaman toplumsal kültürün ve ahlâkın güçlü direnişiyle karşı karşıya kalmıştır.
Toplum olmadan devlet ve iktidar yaşayamaz. Ama devlet ve iktidar olmadan toplum yaşayabilir, hem de daha doğru, güzel ve sağlıklı olarak. Devlet ve iktidar, toplumla birlikte yaratılan tüm toplumsal değerlerin gaspı, talan ve sömürü mekanizması düzenidir. Devlet, topluma karşı en büyük tehdit ve saldırı iken kendini toplumun koruyucusuymuş gibi yansıtır. En büyük hırsız iken kendini velinimet gibi sunar. Topluma karşı bir tecavüz ve kırım makinası iken kendini vazgeçilmez bir otorite gibi gösterir. Bir sömürü canavarı iken toplumsal paylaşım ve iş bölümünü düzenleyen yönetim gibi algılatır. Toplumsal doğayı parçalayan dağıtan bir güç iken kendini toplumsal düzeni sağlayan irade olarak yansıtır. O çirkin, kirli, zalim ve çirkef yüzünü gizlemek için başka türlü nasıl yapabilir? Nietzsche’nin dediği gibi ‘o canavarların en canavarı, devlet, bütün dillerde yalan söyler’. Devletçi ve iktidarcı güçler kendini gizlemek ve toplum nezdinde meşrulaştırmak için sürekli yalana, maskelere ve zihinsel çarpıtmalara ihtiyaç duyarlar.
Ahlak, özgürlük, politika, öz yönetim vb. olgular, toplumsal hakikatin temel değerleri ve birbirinden kopmaz parçalarıdır. Ahlâk toplumsal özgürlüğün gelenekselleşmiş biçimidir. Ahlâkın kaynağı özgürlüktür. Ahlâk ve özgürlüğün gerçekleşme zemini de toplumsallıktır. Ahlâk, toplumun zora dayanmayan, özgür bilinç ile kabul edilen kurallı, ölçülü yaşamıdır. Ahlâk toplumsallaşmanın temel bir değeri ve ölçüsü olarak ortaya çıkmış ve toplum var oldukça da varlığını sürdürecektir. Hukuk asla ahlâkın yerini dolduramaz, onun yerine ikame edilemez. Hukukun toplumu ahlâktan daha iyi yönetebileceği iddiası koca bir yalandır. Ahlâkın gönüllülüğe dayanması, buna karşılık hukukun zora dayanması ve ceza ile korkutması bile tek başına ahlâkın yüceliğini ve üstün gücünü ifade etmeye yetmektedir.
Bu kavram ve olguları birbirinden ayrıştırarak parçalamak pozitivist sosyolojinin marifetidir. Pozitivizm, hakikati bir bütün olarak yutup hazmedemeyeceğini bilir. Bu nedenle hakikati parçalayarak yutmaya ve yutturmaya çalışır. Pozitivizm, ahlakı geçmişe ait ve geçmişte kalması, aşılması gereken bir gelenek derekesine indirger. Devletin geliştirdiği hukuku ise allayıp pullayarak parlatır ve gelişmenin, ilerlemenin ve modernleşmenin bir göstergesi olarak yansıtır. Özgürlüğü de toplumsallıktan kopararak bireyin bir tercihi olarak sunar. Bu haliyle pozitivizm, kapitalist moderniteye ve onun efendilerine en iyi hizmeti sunmaktadır. Ulus-devletin topluma karşı kullandığı en etkili araçlardan ve en vurucu silahlardan biri bu pozitivist bilim ve felsefe olmaktadır. Pozitivist bilim adamı Sümer rahiplerinden daha fazla ve yaygın olarak toplum üzerinde algı operasyonları yapmakta ve zihin inşalarına başvurmaktadır. Tarihsel toplumu ve onunla birlikte toplumsal değerleri en çok inkâr eden bu zihniyet, günümüzün olgularını, dolayısıyla en başta da devlet ve iktidarı kutsallaştırıp putlaştırarak topluma sunmaktan geri durmamaktadır.
Ancak tarihsel diyalektik gelişme, karşıtların birbirini yok etmesi temelinde tezahür etmez. Eski ve yeni arasındaki çelişki ve çatışmada, yeni başat duruma gelse de eskiyi tümden ortadan kaldırmaz, yok etmez. Onu da kapsayarak kendi bünyesinde taşıyarak kendini var eder. Başka bir deyişle, eski yerini yeniye bırakırken, tarihsel sahneden çekilip silinmez. Yeninin içinde varlığını sürdürür. Ali Fırat bunu, ‘tarih günümüzde saklı, biz tarihin başlangıcında gizliyiz’ biçiminde tanımlamış ‘tarih şimdidir’ belirlemesinde bulunmuştur. Denilebilir ki, ahlak tüm baskılara rağmen, devlet dışı toplumlarda ve resmi devlet dışındaki toplumun tüm gözeneklerinde, varlığını bugün de güçlü bir şekilde sürdürmektedir. Tersinden ifade edecek olursak ahlâk yitimi, tarih boyunca en büyük felaketlerin nedeni ve sonucu olmuştur. Toplumsal bozulma ve yozlaşma ahlakilikten uzaklaşmayla ortaya çıkmıştır.
Bu konuda da Ali FIRAT’ın çarpıcı tespitleri vardır: ‘Konu ve kurum olarak ahlak, sanılanın da ötesinde çok önemlidir. Gerek tarih boyunca yaşanan krizler, gerek günümüz küresel krizi büyük oranda ahlâkilikten yoksunluğun sonucudur. Tarihte toplumsal vicdan, Sodom (İlkçağda Lut Gölü yakınlarındaki bir şehir) ve Pompei kentlerinin yanardağdan püsküren lavlar altında kalmasını ahlâki düşkünlükle izah ederken, bir hakikatten haber vermek ister gibidir! ahlaki düşkünlük toplumları çökertir. Tanrıların laneti denilen şey, özünde toplumsal vicdanın (ahlâkın) ahlâksızlığı cezalandırma eyleminin gökselliğe yansıtılmış halidir. Tanrı kavramını toplumun en yüce ve kutsal kimliği olarak yorumlarsak, lanetleme de toplumun tipik kendine has cezalandırma eylemi oluyor’.
Ahlak toplumun özgür halidir, toplumun doğal ve kendilik halidir. Toplum ahlak ile kimlik ve kişilik kazanmıştır. Bu onun kültürü ve özgürlüğüdür. Toplum bedense ahlak onun ruhudur. Devlet ve iktidar ahlakın karşıtı ve düşmanıdır. Devlet ahlâk yerine hukuku, söz yerine yazıyı, kutsallık yerine kural ve yasayı ikame eder. Hüküm kurar ve toplumu bu hüküm ve kurala bağlar.
Devlet ve iktidar düzen kurar, düzenleyicidir. Her iktidar düzenleyicidir, ama bu olumlu anlamda bir düzenleme değildir. Gerekirse yıkarak, dağıtarak yeniden düzenler. Ama mutlaka kendi çıkarına göre düzenler, kendi düzenini kurar. Toplumu kaos olarak görür, müdahale eder, tutsak alır ve kendi çıkarlarına göre düzenler. Düzeni kural ve yasayla oluşturur. Buna hukuk diyerek meşruluk kazandırmaya çalışır.
İlk yasa koyucu, Ur-Namu veya Hammurabi olarak bilinir. Tarihte ilk yazılı hukuk belgeleri bunlar tarafından tabletlere veya kayalara işlenmiştir. Kimdir bunlar? Krallardır, köle sahipleridir, egemen sınıfın temsilcileridir. Hammurabi’nin kayalara yazdırdığı bu yasalar toplumsal nüfusun artışı, yaşamı düzene koyma, barışı sağlama vb. hiçbir gerekçeye dayanmamaktadır. Tümden egemen sınıfın çıkarlarını temsil etmektedir. Bu egemen sınıfın sömürü sistemini güvenceye almayı hedeflemektedir. Toplumu iktidar güçlerine göre yaşamaya mecbur ve mahkûm etmektedir. Hammurabi’nin yasaları, toplum için, üzerine yazılan kayalar kadar sert, acımasız ve zorbacadır. Topluma o kayalar kadar ağır yük ve görevler yüklemektedir. Tanrı Marduk adına Kral Hammurabi bu kuralları kutsal-ilahi bir emir ve buyruk olarak yazdırırken, özünde kendi iktidarını ve egemen sınıfın düzenini kurduğunu çok iyi bilmektedir. ‘Yükselen iktidar ve krallık otoritesinin kendini tanrısal kavramlarla niteleyerek güçlendirmesi, ideolojik hegemonyanın temel kuralıdır. Tanrı kavramını kazıdıkça, her defasında altından baskı ve sömürü tekellerinin, devlet ve iktidar aygıtlarının zorbalığı, talanı ve kölece çalıştırma gücü ortaya çıkar’(Ali Fırat).
Hammurabi ahlâka göre yaşayan toplumu, yasaya-hukuka göre kurar ve yeniden düzenler. Artık toplum kendine göre ve özgürce yaşayamayacaktır. Kendinin öznesi ve iradesi olmaktan çıkarılmıştır. Bir özne ve irade olarak yükselen iktidar ve devlet, toplumun üzerine çöreklenmiş ve bir ur gibi kanını emmeye başlamıştır. Toplum ne kadar çırpınsa da ondan kurtulamayacaktır.
Hammurabi‘nin adına yemin ettiği Marduk kimdir ve nasıl bir tanrıdır? Marduk, annesi Tiamat’ı (dönemin ana tanrıçasıdır) her türlü yalan ve hile ile öldüren ve onun yerine kendi iktidarını, kendi dünyasını kuran bir tanrıdır. Annesi Tiamat’ı öldürdükten sonra onun ölü bedeninden kendine bir dünya yaratmıştır. Dolayısıyla ve en başta Marduk bir anne katilidir. Bir anne katilinden nasıl bir hukuk ve adalet beklenebilir ki! Tiamat aynı zamanda kadının toplumsal otoritesini, onun kültür ve iradesini temsil etmektedir. Bu anlamda kadın, tanrıça Tiamat şahsında toplumun vicdanı, ahlâkı, hak ve adaletini temsil etmektedir. Tanrı Marduk tanrıça Tiamat’ı öldürerek aynı zamanda kadına ait bu toplumsal değerleri de ortadan kaldırmış olmaktadır. Birinci cins kırımının sembolik, mitolojik anlatımı olan bu süreç iyi anlaşılmak durumundadır. Kadın derin bir köleliğe mahkûm edilirken, onun yerine erkek zihniyetinin tartışmasız iktidarı ikame edilmektedir. Beş bin yıllık erkek egemen zihniyet ve onun iktidar sistemi böyle bir temel üzerinde yükselmiştir.
ENGİN ELBİSTANLI
YORUM GÖNDER