ÖZ SAVUNMANIN ONTOLOJİSİ VE TECRİTTEKİ DİRENİŞİN SESİ (1.BÖLÜM)
Tarihsel-toplumsal bir kaos aralığını yaşıyoruz. Uzun tarih zamanında inşa edilmiş tüm toplumsal yapılar bir bozunum halini yaşıyor. Bu yapı bozunum sürecinin doğal evrimsel boyutları olmakla birlikte, esas olarak, insan türünün doğal evrimsel sürecinden sapmasıyla bağlantıları daha belirleyicidir. Aşırılaştırılmış ve iktidar-sömürü mekanizmaları tarafından provoke edilmiş temel dürtüleri olan beslenme-savunma-üreme mekanizmaları; içinde varoluşunun kaynağı ve temeli olan doğa-toplum yapıları karşısında tüketici bir canavara dönüşerek, ontolojik bir sorun haline gelmiştir. Bu anlamda insan hem dar anlamda varlık koşulu olan toplumsallık hem de içinde yaşadığı tüm ekosistemlerle birlikte hızlı bir yok oluş tehdidiyle karşı karşıyadır demek, bir hakikatin en çıplak ve çarpıcı halinin ifadesi olacaktır. Bu hakikati örtme ya da çarpıtmaya dönük her türlü tanım ve anlamlandırma, sadece bu tükeniş sürecini hızlandıran katalizör rolü oynayacaktır.
Nitekim insan aklının ve zihniyetinin bu yönlü saptırıcı çaba ve etkinlikleri her geçen gün bu anlamda rol oynayarak, güncel olarak da doğa ve toplum gerçeğini mevcut haliyle sürdürülemez bir noktaya getirmiş bulunmaktadır. Güncel olarak yaşanan ve Ortadoğu coğrafyasında militarist bir yoğunluk olarak cereyan etse de, küresel çapta yaşanan ve 3. Dünya savaşı olarak adlandırılan çok yönlü toplumsal-yapısal çatışmalar bu kaos aralığının gözle görülen, daha doğrusu göze sokulan belirtileri dışında bir anlam taşımamaktadır.
Bu konuda entelektüel dünyada yürütülen tartışmalarda görülen temel sorun, aşırı aktüalize eden ya da yerelleştiren yaklaşımlar ile, buna karşıymış görünse de aynı sonuca götüren, aşırı evrenselci ve soyutlamacı yaklaşımlar olarak gündemi işgal etmektedir. Bu tartışmaların zihniyet dünyalarının inşa edildiği yapıların karakteri anlaşılmadan, bu tartışmaların gerçek mahiyetini anlayamayız. Öncelikle mevcut entelektüel dediğimiz her türlü bilgi-yorum yapıları temelde, yazılı uygarlık tarihinin iktidarcı- mülkiyetçi kaynaklarından beslenmektedir. Dolayısıyla sorunların tanımlanması kadar, önerilen çözüm yol-yordamları da bu mülkiyet-iktidar yapılarının yeniden üretilmesi ya da restorasyonu temelinde yürütülmektedir. Özellikle erkek egemenlikli uygarlık sisteminin kapitalist modernitesi koşullarında üretilen her türlü bilgi yapılarının hem üretilme mekanizmaları hem de bu bilgilerin nesilden nesile topluma taşırılma kanallarına baktığımızda, bunun nedenini daha iyi anlayabiliriz. Mevcut modernitenin kapitalist-tekelci hegemonik zihniyet inşa ve topluma taşıma yapıları incelendiğinde, bunun mekanizmalarını çok çıplak haliyle görmek imkan dahilindedir: Okul-akademi yapıları ile buralarda inşa edilen bilgi-zihniyet yapılarının topluma taşırılma araçları olan basın-yayın yapılarının iktidarcı-tekelci karakteri, sonucun önceden belirlendiğini gösteren yapısal mekanizmalardır. Dolayısıyla bu yapılarda inşa edilen bilgi-zihniyet yapılarının bu sistemi yeniden üretme dışında bir işlev görmelerini beklemek, doğal toplumsal aklın diyalektiğine uymamakla kalmaz; bu toplumsal aklın içini boşaltma ve anlamkırımına yol açar.
Öyleyse doğru bir düşünsel ve entelektüel tartışmanın ön koşulu ne olmalıdır sorusu, sorunsallaştırılan konunun temelini anlamak açısından belirleyicidir.
Öncelikle mevcut hegemonik sistemin temel karakterini doğru tanımlamak gerekir; erkek egemenlikli, mülkiyetçi-iktidarcı uygarlığın son aşaması olarak kapitalist-tekelci bir dünyada yaşıyoruz. Bu dünyada iktidarın kendini toplumsal varlığa hakim kılma formu olarak tekelci kapitalist yapılar ve onun en örgütlü biçimleri olarak devletler dünyasının içindeyiz. Bu dünyada toplumun bağrından çıkmış, zamanla ona yabancılaşmış ve giderek onu tahrip eden hastalıklı bir yapıdan söz ediyoruz; iktidar ve onun çok boyutlu örgütlenmesi olarak devlet. Bu yapı ilk başta belli bazı toplumsal ihtiyaçlardan kaynaklı olarak çıkmış gibi görünse de; özünde toplumsal doğanın simbiyotik karakterine aykırı, sömürücü bir karakterdedir. Zamanla bu hastalıklı sömürücü yapı bir ur gibi büyüyerek, bütün toplumsal dokuyu tahrip eden bir kanser hücresi gibi, içinden çıktığı yapıyı varoluşsal bir sorunla karşı karşıya getirmiştir.
Mevcut haliyle bu hastalıklı hücresel doku bütün toplumsal ve onun çevresel yapısını tahrip eden bir saldırganlıkla varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Ama son pandemik süreçte görüldüğü gibi; sömürdüğü yapıyı yok ettiği taktirde kendisi de yok olacaktır. Bu yüzden bu sistem paradoksal ve Wallerstein’in deyimiyle akıldışıdır: Çünkü insanın varoluşunda belirleyici olan, biyolojik zayıflığını toplumsallık ve onu inşa eden akıldır; kendisiyle çelişen bu durumda kalan sistem ve onun içindeki insan gerçeği bu anlamda, gerçek bir kaos aralığına girmiştir. Ve kaos aralığının bilebildiğimiz temel özelliği, geriye dönülemezliği ve tekrarsızlığıdır. Dolayısıyla bu aralıktan yeni kozmoslar; toplumsal anlamda, yeni bir toplumsal sistemik yapının inşası ile çıkmak ya da tür olarak yok oluş kaçınılmazdır. Bu anlamda insanlığın mevcut sorunu tam anlamda ontolojiktir.
Böyle zamanlarda hangi toplumsal sorunsalı ele alırsak alalım; özünde evrensel ve türsel bir konuyu tartışıyor oluruz. Çünkü insan toplumsallığı ve çevresiyle içinde olduğu bütünsellik parçalı var olabilme imkanından yoksun bir sistemik işleyişe sahiptir. Bu hem sosyal sistemler için hem de içinde var olunan ekosistemler için geçerlidir.
Elbette insanın tarihsel-toplum gerçeğinde bir çok krizli dönem yaşanmış ve insanlık bunlardan her zaman bir çıkış yaparak bu güne kadar gelebilmiştir. Ancak mevcut insanın ve onun toplumsal doğasından sapması olarak inşa ettiği uygarlık aşamasının yarattığı hastalıklı zihniyetin bilişsel- teknolojik potansiyel ve imkanları, onu farklı bir sorunsallıkla karşı karşıya bırakmıştır. Günlük olarak yaşanan çevresel ve toplumsal kırımlar, sorunu bütünsel bir varoluş sorunu haline getirdiğini göstermektedir. Bu anlamda içinden geçtiğimiz zamanın ruhu bu yönlü tartışmaları yeni anlam üretme ve toplumsal inşaalara dönüştürmeyi, ontolojik bir boyutta ele almayı zorunluluk haline getirmektedir. Zamanın tek hakikati budur; ötesi çözüm tartışmalarından ziyade bu hastalıklı halde varolmayı ertelemeye hizmet eden demagojik retorikleri aşmayacaktır.
Toplumsal bünyeye dayatılmış en tehditkar, saldırgan ve tahripkar uygarlık aşaması olan kapitalist modernite içinde üretilmiş bütün zihniyet yapılarının bu demagojik retoriğin ötesine geçemediğini, ortaya çıkan sonuçlar en çıplak haliyle ortaya koymaktadır. Özellikle son beş yüz yılın bütün sözde rasyonalize ve realize etme çabaları sonuç itibariyle, bu gerçeğin önüne geçmek yerine, buna kaynaklık etmiştir. Elbette toplumsal hakikatin anlamlandırılmasına dönük bir çok tartışma geliştirilmiş, toplumsal akıl bu konuda sürekli bir arayış içinde olagelmiştir. Ancak gelinen aşamada bütün bu çabalar iktidar yapıları tarafından sömürülerek tekelleştirilmiş ve topluma karşı birer saldırı silahına dönüştürülmüştür. Bunun en etkili hali kapitalist moderniteyle aynı zaman aralığında üretilen felsefi ve bilimsel bilgi yapılarının, sonuçları itibarıyla kapitalizmin cephaneliğine cephane taşıma rolü dışında işlevsiz kılınması, bu uygarlık karakterini bir hastalık değil, en ilerici insanlık olarak algılama alışkanlığından kaynaklanmaktadır. Bu konularda çok geniş ve boyutlu tartışmalar yürütülebilir ancak, kelime olarak özgürlükten üretilmiş liberalizmin, her seferinde, en vahşi saldırı sistemi olan faşizme çıkması bunu çok çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. Bu konuda neo liberalizmin en derin faşizmler üretmesine bakmak yeterli olacaktır. Aydınlanmanın zirvesi ve kapitalizmin isim babası ve en büyük düşmanı olan Karl Marx’ın bile kapitalizmi ‘kaçınılmaz ve devrimci bir aşama’ olarak tanımlamaktan kurtulamaması, bu gerçeğin diyalektiğiyle ilgilidir. Liberal ideolojilerin en keskin söyleminin ulusçuluk-milliyetçilik olması ile, bunun en karşıtı iddiasıyla ortaya çıkan sosyalizmin nasyonal sosyalizm olan Nazi faşizminde vücut bulması kadar, neo-liberalzmin de neo-naziliği üretmesi bir tesadüf değil, bu diyalektiğin kaçınılmaz bir sonucudur. Zaten güncel gelişmeler de her an bu diyalektiği doğrulamaya devam etmektedir: Neo-liberalizmin hegemon gücü olan ABD’nin başında Trump gibi ırkçı-cinsiyetçi ve en kaba faşiste bile irrasyonel gelen bir siyasal figürün bulunması da, bu diyalektikle ilgilidir. Kendi coğrafyamızda da en güzel örnek, birbirinin retorikte en büyük düşmanı olan ERDOĞAN-BAHÇELİ-PERİNÇEK üçlüsü, bu sistem içindeki tartışmaların demagojik karakterini sergilemeye kapak olacak kadar özet bir göstergedir.
Belirtilen bu düşünce yapılarının ortaya çıkardığı iktidar sistemlerinin bütün boyutlarıyla bu kadar saldırgan bir yayılmacılık karakteri göstermesi de bu kanserli hastalıklı karakterin dışavurumundan başka hiçbir anlama sahip değildir: Israrla bunlardan farklı anlam üretme çabalarına girişmek de sadece bu demagojik sahnede rol kapma yarışına katılmak olur ki; mevcut haliyle sahne yeterince dolu olduğundan, bu oyunda ya figüran ya da şakşakçı olunabiliyor; sözde anti-kapitalistlerin bu tartışma platformlarında oynadıkları rol bundan ibarettir.
Bu sahnenin dışındaki tartışmalar için de yaftalar hazır: Marjinal, anarşist, feminist, nihilist gibi; ya da bunu fiili bir direnişe dönüştürmüş haliyle TERÖRİST…!
ÖMER KÜRTGÖZÜ
YORUM GÖNDER