ANADOLU-MEZOPOTAMYA İLİŞKİLERİNDE İKTİDAR SORUNU VE DEMOKRATİK YÖNETİM 2.BÖLÜM)
Türkçülük Zihniyeti, Devlet ve Devlet Odaklı Partilerin Resmi İdeolojisidir:
Jön Türkler, İttihat ve Terakki Cemiyeti denen oluşumlar (1840’taki Tanzimat’tan günümüze kadar etkili olan modern milliyetçi ideolojiler ve iktidar yapılanmaları), ancak Kapitalist Modernitenin hegemonik hesaplarıyla olan bağları temelinde doğru çözümlenebilir. İzah edildiği gibi can çekişen Osmanlı ve İran İmparatorlukları, hegemonik denge hesapları nedeniyle yaşamalarına müsaade edilen fosil oluşumlar durumuna düşmüşlerdi. İmparatorluk bürokrasileri açısından iktidarda kalmanın tek yolu, bir veya birkaç hegemon güce dayanarak varlıklarını sürdürmekti. Dolayısıyla adı geçen bölgeler üzerinde İngiltere, Almanya, Rusya ve kısmen Fransa’ya bağlı yeni iktidar elitleri, ayrışmaya başladı. Elitlerin, Kapitalist Moderniteyi taklit etmeleri, kaçınılmazdı. Bunların, eski imparatorluk kültürleriyle yaşama şansları olmadığı gibi (Kapitalist Modernite Kültürü onları çoktan fethetmişti), demokratik halk seçenekleri de söz konusu olamazdı. Varlıkları, halk kültürünü gasp etme üzerinde inşa edilen bürokrasilerden ve onlara vücut veren üst tabakadan (istisnalar dışında) demokratik çıkış beklenemezdi. Bu kesimlerin, yeni hegemonik güçlere eklemlenmekten başka şansları yoktu. Geriye, bürokratik aydınlanmayla modernite taklidinin olduğu gibi aktarımı kalıyordu. Dünya genelinde (daha önceleri Fransa Devrimi sonrası Avrupa’da) olduğu gibi Osmanlı bürokrasisi de bu yola girdi. Tanzimatçı paşalardan sonra Genç Osmanlılar ve ardından 1890’lardan itibaren İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne dönüşmüş Jön Türk Hareketi, bu yolda atılmış kritik adımlardı. İdeolojik olarak önce Osmanlıcılıkla başlayan ve Panislamizm’le devam eden dönüşüm, Türkçülükle sonuçlanmıştı. Osmanlıcılıkla, imparatorluğun tüm bakiyelerinden bir ulus-devlet yaratmak amaçlanmışken, Hıristiyan uyrukların ayrılık eğiliminde olmaları karşısında, Panislamizm ile Müslüman halklardan (özellikle Arapları da kapsayan) bir oluşum yaratma temelinde imparatorluk sürdürülmek istendi. Araplarda ayrılma eğiliminin güçlenmesiyle birlikte Türkçülük eğilimi, öne çıktı. Birinci Meşrutiyet, Genç Osmanlılar’ın arzusu sonucunda ilan edilirken; İkinci Meşrutiyet’te İslâmcı ve Türkçü ideolojiler daha baskın durumdaydı.
1913’ten günümüze kadar Türkçülük zihniyeti, devlet ve devlet odaklı partilerin resmi ideolojisine dönüştü. Bu eğilimlerin hepsinde, hegemonik güçlerin az veya çok etkisi vardır. Daha da önemlisi, ciddi bir Masonik sızma vardır. Fransız Devrimi’nden beri Masonlar, tüm genç ulusçu laik hareketleri desteklemiştir; bir nevi burjuva sivil toplumculuğunun, teolojik iktidar yanlılarıyla hesaplaşmasını ifade eder. Tanzimat’la başlayan süreçte her üç akımda da son derece etkili olmuş, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin oluşumunda ve iktidarında asıl yönetici elidi teşkil etmiştir.
Bu akımlarda Siyonizm’in de etkisi olmuştur. 1896’da kendilerini resmen Yahudi burjuva milliyetçiliğinin temsilcileri olarak ilan eden Siyonistler, Kudüs merkezli eski Yahudi-İsrail devletinin yeniden inşası peşindeydiler. Bunun yolu, Osmanlı İmparatorluğu’nda etkili olmalarından geçmekteydi. Bunun için elverişli aygıt ise İttihat ve Terakki Cemiyeti’ydi. Her ne kadar 1913 Ocak darbesiyle, ideoloji olarak resmen Türkçülükte karar kıldıysa da İttihat ve Terakki Cemiyeti, içerik olarak hayli karmaşık bir ideolojik ve politik yapılanmaydı. İttihatçıların Türklüğü, sosyolojik bir olguya dayanmaktan ziyade, Türklerden daha çok her türlü milliyetin tortusal öğelerinden oluşan karmaşık bir yapıyı ifade ediyordu. Başta ordu olmak üzere bürokratik kurumların yöneticilerinin, kendilerine bir gelecek arama hesabının ağır bastığı bu süreçte, söz konusu oluşumun, herhangi bir sınıfsal veya etnik temeli bulunmuyordu. Türkçülük, başlangıçta bu yönüyle yapay ve tortusaldı. İktidarı ele geçirmesiyle birlikte kendine bir sosyal temel hazırlamak istedi. Bürokrasiden, bir burjuva sınıf oluşturulmaya çalışıldı. Cumhuriyet iktidarları, bu programı daha da geliştirerek günümüze kadar sürdürmeye çalıştılar. Süreç içinde merkeziyetçi ve ademi merkeziyetçi olarak bölünseler de ideolojik ilkeleri hep aynı kaldı. Osmanlı İmparatorluğu’nda, İkinci Abdülhamit’le gelişen denge hesapları sonucunda, Alman devlet sermayesine bağlılık öne çıktı. İttihat ve Terakki’de zaten güçlü olan Alman etkisi, özünde Yahudi sermayesinin etkisiydi. Buna Masonların ve yerel Yahudi sermayesinin etkisi de eklenince, Yahudi milliyetçiliği, İsrail Siyonizm’inden önce Anadolu-Türkiye Siyonizm’ini güçlü bir biçimde konumlandırdı. Meşrutiyet’in ilanı, 23 Ocak 1913 darbesi, 1919-1922 Ulusal Kurtuluş süreci ve Cumhuriyet’in inşasında, asıl rol sahibiydi. İşte tam da bu nedenle Türkçülük ideolojisi, kendini maskelemesinde ideal bir örtü rolünü oynadı, kullanıldı.
Alman Modelini kendine örnek alan Enver Paşa’nın düzenlediği 23 Ocak 1913 darbesi (daha öncesinde Meşrutiyet ilanı için de benzer bir hamlesi vardır), bu bağlamda değer taşır. O dönemde Yahudi kadrolar, Almanya’da en güçlü konumlarını yaşamaktadır. Enver ve grubunu eğiten de Liman von Sanders ve Colmar von der Goltz Paşa gibi subaylar, bu tür kadrolardır. Alman ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı, öncülüğü İngiltere yanlısı Yahudi kadrolarına geçirdi. Kurtuluş Savaşındaki büyük önderlik çekişmesi, öncülüğün bu el değiştirmesiyle bağlantılıdır. M. Kemal Paşa’nın, İngiltere’nin onayıyla Samsun’a çıktığı bir gerçekse de Anadolu başkaldırısındaki rolü, bağımsızlık ve yurtseverlik temelindedir. Bu durumu kavrayan İngiltere, iki tedbir geliştirdi: Dıştan Yunan işgalini destekleyip isyanı bastırmak; bu mümkün olmazsa, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak üzerinden içte Mustafa Kemal’i kontrol altında tutmak. Yunanlıların (İşbirlikçi Yunan burjuvazisi, geleneksel olarak İngiliz-ABD yanlısıdır) yenilgisiyle birlikte, tüm ağırlık İsmet ve Fevzi Paşaların güçlü kılınmasına hasredildi. İsyanın başında ve isyan kararında, İsmet ve Fevzi Paşaların rolü olmadığı gibi, her ikisi de İstanbul’da İngiltere ve müttefiklerinin denetiminde kalan orduda kendilerine verilen görevlerin başındaydılar. İngilizler, haklarında herhangi bir önlem almadığı için daha sonra harekete katıldılar, daha doğrusu gönderildiler. Bu temelde isyana öncülük eden beş paşadan dördü (Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay ve Refet Bele) çeşitli gerekçelerle tasfiye edildi. Geriye kalan Mustafa Kemal Paşa, gerek stratejik konumu gerekse oynadığı denge politikası nedeniyle yerini korudu. Şeyh Sait’e karşı komplo ile başlatılan 1925’teki komplo zinciriyle siyasi program halinde hayata geçirilen Beyaz Türk Faşizmi diyebileceğimiz rejim, kendisini katı laik Türkçü bir sistem olarak tanımlasa da özünde metafizik olan, çok daha dogmatik ve terörist yeni bir dindir. Bu konuda tarihsel tecrübeye sahip olan Yahudi İdeolojisinin güncel Türkiye Cumhuriyeti’ne biçtiği yeni dindir. Mustafa Kemal’in tanrılaştırılması, İnönü’nün peygamberleştirilmesi, Fevzi Çakmak’ın komutanlaştırılması (Yeşua ve Davut örneği) Yahudi Mitolojisinin bir gereğidir. Türk Toplumunun ezici çoğunluğuna rağmen, ilan edilen ve siyasi programa dönüştürülen yeni dinin ideolojisi olan Türkçülük, günümüze kadar devam eden terörün, soykırımların ve sömürünün gerçekleşmesindeki genetik kodu oluşturmaktadır.
Mustafa Kemal, İzmir suikastıyla sindirilmek istendi. Kürt isyanlarıyla provokasyona getirildi. Kendi yakın arkadaşı Fethi Okyar, bu nedenle (Kürt isyanını kanlı bastırmadan yana değildi) başbakanlıktan alınıp, yerine İsmet Paşa getirildi. Ordu da tümüyle Fevzi Paşa’nın denetimine bırakıldı. Mustafa Kemal’in konumu, artık sembolik cumhurbaşkanı unvanıyla Çankaya’da bir nevi tutsaklıktır. İngiltere’nin de Ulusal Kurtuluş Savaşında yenildiği söylenir. Bu, düpedüz yalandır. 1922’den itibaren İngiltere’nin olası kurtuluştaki rolü, kesinleşmiş gibidir. Desteğini Yunanlılardan çoktan çekmiş (Sultan Vahdettin’i de İngiltere çekti), kendi has kadrolarıyla ulus-devlet inşasına girişmiş, kocaman bir imparatorluktan Anadolu’ya sıkıştırılmış Türkiye Cumhuriyeti’yle amacına ulaşmıştır. Bunun diğer bir kanıtı, Cumhuriyet’in, Sovyet Rusya’nın önünde hep bir baraj duvarı gibi tutulmasıdır. Bunun için Mustafa Suphi’lerle başlayan sosyalistlere yönelik soykırım, günümüze kadar sürdürüldü. Ermeni Soykırımı, sadece bir başlangıçtı. Kürtler üzerindeki kültürel soykırım ise, halen devam etmektedir. Diğer azınlıklar, kültürler, Süryaniler ve Türkmenler de Türkçülüğün dehşeti ve uyguladığı karmaşık küçük soykırımlarla kendiliklerinden, kendilerinden vazgeçirildiler.
Bütün bunların evrensel ve milliyetçi Yahudiler ve Yahudi sermayesiyle ne ilişkisi vardır, sorusu, boş bir soru değil, son yüz yıllık Türklük Tarihini anlamanın temel kritik sorusudur. İçinde Türk olmayan Türklük Tarihi, bir ideolojik inşadır; hem kuram hem de uygulama olarak yarı yarıya Filistin’de kurulacak İsrail Devleti öncesi bir Ön İsrail hazırlığıdır. Mustafa Kemal’in dengeleyici (dışta Sovyetler Birliği ve İngiltere, içte çeşitli sınıf ve tabakalar arasında) politikaları olmasaydı, hiçbir güç, Anadolu’daki yeni oluşumları, İttihat ve Terakki kadroları ile Enver Paşa’nın denetiminden çıkaramaz, Türkçülüğü, Alman faşizmine taş çıkartacak bir şoven faşist tırmanışa geçmekten alıkoyamazdı. Bu da Cumhuriyet’in (Cumhuriyet kurulur muydu? Bu da ayrı bir sorudur) daha İkinci Dünya Savaşına varmadan yıkılışı olurdu. İkinci Dünya Savaşının hemen öncesinde Mustafa Kemal’in ölümü, 1938-‘45 yılları arasında İngiltere ile Almanya’nın Türkiye-Anadolu üzerinde rekabeti, 1945 sonrasında ABD hegemonyasının kesinleşmesi, Türkiye’nin, sistem tercihini, NATO’ya girerek resmileştirmesi, 1922’nin devamı niteliğindedir. Cumhuriyet’in partisi olan CHP, sistemin sigortası niteliğindeydi. 2000’li yılların başına kadar darbe ve komplolarla yürütülen sistemin diğer bir adı ‘Beyaz Türk Faşizmi’dir. Bundan kasıt, yapay Türklük ve toplumun bu Türklüğe göre terörle homojenleştirilmesidir; bu tanım dışında kalan hiç kimseye ve hiçbir kültüre yaşam hakkı tanınmamasıdır.
ABD hegemonyasının ‘Yeşil Kuşak’ Teorisine bağlı olarak beyazdan yeşile kayan Türkiye kapitalizminin Anadolucu geçinen ve İslami örtüye sarılan kesimi, baştan beri çıkış yapma peşindeydi. Ona bu fırsatı, Türkiye Solu ve Kürdistan Özgürlük Hareketi verdi. Beyaz Türk Faşizminin Sol’a ve Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı yürüttüğü savaşta yıpranması ve tecrit olması, Anadolucu kanadı güçlendirdi. ABD’nin, hem bölge halklarına hem de Sovyet Rusya’nın yayılmasına karşı harekete geçirdiği İslami Milliyetçi Hareket, Türkiye somutunda önce koalisyonlarla, 2000’lerden sonra ise tek başına iktidara yerleşti. Beyaz Türk Faşizminde, Yahudi Siyonist milliyetçiliği ne denli etkiliyse; Yeşil Türk faşizminde de evrensel Yahudi sermayesi o denli etkilidir. Bunların en son karar kıldıkları sigorta partisi, AKP oluyor. Türkiye bürokratik burjuvazisinin doğuşunda Siyonist Yahudi milliyetçiliği ne denli etkiliyse, Anadolu burjuvazisinin (Liberal, özel sermaye de denilmektedir) gelişiminde ve iktidara yerleşmesinde de Küresel Yahudi Sermayesi (Karaimler) o denli etkilidir. Hitler türü faşizmi, Enver Paşa, Nihal Atsız, Alparslan Türkeş ve MHP (Milliyetçi Hareket Partisi, kuruluşunu Fevzi Çakmak’ın Millet Partisi’ne dayandırır) temsil etmek istedi. Almanya’nın yenilgisi, Kara Türk Faşizmi diyebileceğimiz bu kanadın iktidar şansını düşük kıldı. Faşizmin bu her üç kanadı da dış hegemonik güçlerin uzantısı olup, hangi güç sisteme egemen olursa onun devamı olarak iç iktidara yerleşir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti, Yahudilerin güçlü desteğiyle hem İdeolojik (Türkçülük faaliyetleri) hem de Maddi (Türkçülüğün esas besleyici kaynağı idiler) yönden katkılarıyla kuruldu ve geliştirildi. Alman Militarizmini temsilen yeniden inşasına başlanan Modern Osmanlı Ordusunu eğiten Alman paşalar ve subayların büyük kısmı, Yahudi kökenliydi. Hem İkinci Meşrutiyet’in ilanında hem 31 Mart karşı darbesinin bastırılmasında hem de Birinci Dünya Savaşının ardından gelişen Ulusal Kurtuluş Savaşında Yahudi kadrolar, stratejik rol sahibiydiler ve bu rollerini başarıyla oynadılar. Türkçülüğün tüm temel yapıtları, ilk defa Yahudi aydınlar (Vambery, Cohen gibi) tarafından yayınlanıyordu. Türkçülük İdeolojisinin gerçek yaratıcısıydılar. Türk Toplumunun ezici çoğunluğu, bu ideolojiye ters bir gerçekliği yaşıyor olmasına rağmen, eğitimsizliği ve örgütsüzlüğü nedeniyle etkisiz olduğundan, bu kadrolar, devletin yeniden inşasında da (İttihat Terakki ve CHP yoluyla) yine temel çekirdek rolünü oynayacaklardır. Yahudilerin bu bariz üstünlükleri karşısında Hıristiyan Ermeniler ve Rumların, yeni devlet oluşumlarında etkili olma şansları çok azdı. Ekonomideki güçlü varlıkları, iktidarda bulunan rakipleri (Yahudi sermayedarları ve oluşturdukları Türkçü devletçi kolektif kapitalist sınıf) karşısında daha çok hedef haline gelmelerine yol açıyordu. Cumhuriyet ilan edildiğinde, geriye pek bir şeyleri kalmayacaktı.
ALİ FIRAT
YORUM GÖNDER