ANADOLU-MEZOPOTAMYA İLİŞKİLERİNDE İKTİDAR SORUNU VE DEMOKRATİK YÖNETİM (5.BÖLÜM)
Türk-Kürt ilişkileri, kavimsel ve devletsel bağlamda ele alınırken, Anadolu ve Mezopotamya’nın jeopolitik ve jeostratejik bağları dikkate alınmadan, doğru çözümlere varılamayacağı iyice fark edilir oldu. İki toplumun yoğunlaştığı coğrafyalar arasında, tarih boyunca sıkı jeopolitik ve jeostratejik yaklaşımları da belirleyen yoğun kültürel alışverişler yaşanmaktadır.
Günceli, şimdiyi de belirleyen bu ilişkiler, ancak bütünsel bir yaklaşımla doğru çözümlenebilir. İktidar ve devlet sorunsalıyla daha çok karşılaşan Kürt hiyerarşik üst tabakası, tarih boyunca ağırlıklı olarak kaderini, nispi bir özerklik temelinde hep kendisinden daha güçlü olan iktidarlara ve devletlere bağlamıştır. Kürt Toplumuna özgü bağımsız iktidar ve devlet sistemleri peşinde pek koşmamıştır. Tarihsel ve toplumsal koşullar nedeniyle, bu yönde bir girişim, çıkarlarına uygun düşmemiştir. Türklerle geçen yaklaşık son bin yıllık tarihi de bu temelde değerlendirmiştir. Gönüllü olarak Selçuklu Sultanı Alparslan’la birlikte zafere eriştirdikleri Malazgirt Savaşıyla, Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasında İslâmi temelde yeni bir iktidar ve devlet paylaşımını gerçekleştirmişlerdir. Her iki coğrafyadan kaynaklanan jeopolitik ve jeostratejik gerçekler, iki kavmin üst tabakası arasında İslami iktidar ve devlet paylaşımını zorunlu kılmıştır. Halkların, bu iktidar ve devlet paylaşımında pek çıkarları olmasa da iktidar ve devletin ortak çatısı altında yaşamayı, sık sık direnişle karşılasalar da, ortak yaşamın gerekleri ve dönemin din ve mezhep savaşları nedeniyle bir arada yaşamaktan geri kalmamışlardır. Türk kavimsel üst hiyerarşisi ile Kürt üst tabakasının yaşadığı bu ortaklık, hep gönüllülük temelinde olmuştur. Türk fetih geleneğinde, Kürdistan’ın fethi diye bir olgu pek yoktur. Zaman zaman yapılan fetih seferleri, ancak Kürt önde gelenlerinin katkılarıyla olmuştur. Dolayısıyla bu tip seferlere de fetih denilemez.
Türk-Kürt ilişkilerindeki bu tarihsel gerçeklik, günümüzde Kürt Sorununun çözümü açısından, tüm derinliğiyle anlaşılmak durumundadır. Tarihin bu ilişkilerdeki ana kavşakları olan Osmanlı İmparatorluğu’nun Yavuz Sultan Selim ile Doğu’ya açılım politikalarında (1512-1521), Sultan Abdülhamit dönemindeki (1876-1909) Hamidiye Alaylarının teşkilinde, Osmanlıların İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin oldubittisiyle katıldığı Birinci Dünya Savaşında ve devamında, en önemlisi de Mustafa Kemal önderliğinde geliştirilen modern Ulusal Kurtuluş Savaşında bu gerçeklik, hem esas alınmış hem de sonuçta belirleyici olmuştur. Cumhuriyet’in demokratik temelinin yadsınması anlamına gelen 15 Şubat 1925 komplosuyla, bu tarihsel ve coğrafi iktidar ve devlette ortaklaşa ve gönüllü temsil, ilk defa sona erdirilmeye çalışılmıştır. Bu komplonun geliştirilmesinde, dönemin kapitalist hegemon gücü olan İngiliz İmparatorluğu’nun, Cumhuriyet’i etnik ayrıştırmaya tabi tutma, böylelikle petrol bölgesi olan Musul-Kerkük’ü (Irak Kürdistan’ını) hâkimiyeti altına alma hesapları, belirleyici rol oynamıştır. İngiltere’nin, minimal Cumhuriyet veya ulus-devlet projesi, dünya genelinde olduğu gibi Ortadoğu’da da Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasında da başarılı olmuştur. Hem toplumsal hem de devletsel olarak bölünen Ortadoğu’nun, tüm kültürel güçleri, halkları hatta devletleri, bu politikayla büyük güç kaybına uğramış, sürekli parçalanıp aralarında çatışmaya girerek zayıflamış, dolayısıyla İngiliz hegemonyası başarıyla geliştirilmiştir.
Cumhuriyet’in anti-Kürtleştirilmesi, geleneksel ittifakı bozmuş, Kürtler, tümüyle sistemden dışlanmıştır. Kürt üst tabakasının önüne konulan proje, Kürtlükten ve Kürt kimliğinden vazgeçme karşılığında birer Türk birey-yurttaşı olarak varlıklarını koruyabilecekleri temel ilkesine dayanır. Hatta daha da ileriye gidilerek, sistemde güç kazanma ve yükselme yolunun, Kürtlüğün inkâr ve imhasına karşılık Beyaz Türklüğün yüceltilmesi ve geliştirilmesinden geçtiği belletilir. Cumhuriyet’te varlık sahibi olmanın ‘tunç kanunu’ böyle formüle edilir. Üst tabakanın başlangıçta kısmen itirazlar ve isyanlarla gösterdiği tavır, sistemin sert ‘tedip ve tenkil’ harekâtları sonrasında uysal bir baş eğmeye dönüştürülür. Kürt Toplumunun tarihinde belki de ilk defa üst tabakanın (istisnalar kuralı bozmaz) kendi öz toplumunun varlığını toptan inkâr ve imhaya yatırmasına karşılık, kendi varlığını güvenceye alması söz konusudur. Varlığını ve gelişmesini artık Beyaz Türklüğe hizmete borçlu olacak, ona hizmet ettiği oranda varlığını koruyacak ve geliştirecektir.
Başsız ve öndersiz olarak geriye kalan halk kesimleri ise, artık nesne, eşya durumundadır. Her türlü inkâr, imha ve asimilasyon uygulamalarına açık haldedir. Kürtlüğe en ufak bulaşma, ölüm demektir! Kürtlüğü terk etmek, artık tek kurtuluş ve yaşam yoludur! Kürtlük, sadece olgu olarak değil tüm sembolleri ve isimleriyle de tasfiye edilmeye çalışılır. Tüm Cumhuriyet Tarihinin Kürtlüğe ilişkin Örtülü Kültürel Soykırım Projesi (sözü edilen proje diğer kültürler için de söz konusudur ama esas olarak Kürtlüğe ilişkin geliştirilmiştir), gün gün, adım adım hayata geçirilir. Tüm iç ve dış politikanın ana hedefi, bu ‘Tunç Kanunu’na bağlı olmak ve hizmet etmektir. Büyük oranda gizli yürütüldüğü için, bu politikaların farkında olmadan geliştirdiğimiz partiler, sivil toplum örgütleri, ekonomi ve siyaset dünyası da aynı ‘Tunç Kanunu’na endekslenmiştir. BM, NATO ve AB gibi dış organizasyonlar da aynı ‘Tunç Kanunu’na hizmet temelinde değerlendirilir. Darbeler, komplolar, suikastlar, her türlü işkence ve tutuklamalarda, bu kanunun payı belirleyicidir.
Anadolu ve Mezopotamya arasındaki kültürel bütünlük, jeopolitik ve jeostratejik birlik, bunların Kürt-Türk ilişkilerine yansıması, yeterince kavranmamıştır. Kapitalist Modernitenin hegemonik güçleri olan İngiltere ve ABD’nin, minimal ulus-devlet politikaları, tüm Sosyal Bilimleri olduğu gibi Bilimsel Sosyalizmi de etkilemiştir. Aşılması gereken ulus-devletçilik, ulus-devletçi sapmaydı. Dünya çapında solda ve Türkiye Solunda, bu sapma aşılamadığı için çözülme kaçınılmaz oldu. Sosyalizmin halen devam eden bunalımının ana nedeni de bu konuda içine düştüğü çıkmazdır. Kürt Sorunu temelinde ulusal sorunların yeni çözüm modeli, her tür ulus-devletçilikten soyutlanmış, arınmış Demokratik Ulustur. Kapitalizmde ulusların inşa tarzı, azami kâr kanununa hizmet etmek durumundadır. Bunun yolu da modernitenin yeni dini olan milliyetçiliğin hedeflediği ulus-devlettir. Milliyetçilik, ulus-devleti; ulus-devlet, milliyetçiliği doğurur. Kapitalizmin yoğunlaşan bunalım dönemlerinde milliyetçilik ve ulus-devlet, faşistleşir. Sosyalizm, ancak kapitalizmin milliyetçiliğini ve yol açtığı ulus-devletçiliği aştığı oranda kendisini alternatifleştirebilir ve sistem olarak geliştirebilir. Bunun yolu, Demokratik Ulus ve Kârsız Sosyal Piyasa Ekonomisidir; kapitalizmin azami kâr amaçlı endüstriyalizmine karşılık Ekolojik Endüstridir.
Sadece Kürtler için değil tüm etnik ve ulusal topluluklar için geçerliliği olan Demokratik Ulusçuluk yegâne çözüm modelidir. Kapitalist Modernite Tarihi boyunca, tüm Ulusal Sorun dönemlerinde tek çözüm yolu olarak dayatılan ulus-devletçi çözümler, tarihi kan banyosuna çevirmiştir. Ulus-devletçi çözüm, sorunları çözme yolu değil derinleştirme, şiddetleştirme ve savaşı tırmandırma, böylelikle azami kârı ve endüstriyalizmi gerçekleştirme ve sürekli kılma yoludur. Başta Türk ulus-devleti olmak üzere İran, Irak ve Suriye ulus-devletleri ve hatta Kürt Federe Devletiyle Kürt Sorununda barışçıl ve siyasi yaklaşımla çözüm, ancak Kürt Halkının Demokratik Ulus Olma Hakkını (bu hak diğer halklar için de geçerlidir) ve bu hakkın doğal sonucu olarak demokratik özerk yönetim statüsünü kabul etmeleriyle mümkündür.
ALİ FIRAT
YORUM GÖNDER