ULUS ÖTESİNİ DÜŞÜNMEK: DEMOKRATİK ULUS VE ÜMMET (1.BÖLÜM)
“Kapitalist olmayan bir kültürün batı dışında doğması şimdi gerçeğe daha yakındır. Batı’da batı bilgisi, batı kültürü batı kapitalizminin demir eliyle ezildi. Biz kapitalist olmayan bir kültürü yaratamayacak kadar çok yıprandık. Kuşkusuz kapitalist olmayan kültür batılı olmayacaktır; dolayısıyla onu yaratacak olanlar batılı olmayanlardır.”[1]
Giriş
Büyük anlatılar çağı olarak anılan 20. Yüzyıl sonlanırken gerisinde bir çok tahribat ve yıkıntı da bıraktı. Bir çok düşünür bu yıkımın niteliği üzerine tezler öne sürdüler. Üç başlıkta özetleyebileceğimiz bu savlara göre;
1.Öncelikle özne parçalanmış ve kolektif özneler değersizleştirilmiş(devrimci öznenin ölümü)
2.Ütopya ve hayaller yenilgiye uğramış ve tarih akışı durmuş(tarihin sonu)
3.Ve aynı zamanda artık dünyayı değiştirmenin mümkün olmadığı (ideolojinin ölümü) bir durum ortaya çıkmıştır.
Bu tezlerin kimi versiyonları kapitalist sistemin ‘organik düşünürleri’ tarafından savunulmuş olsa da kolayca kenara atılabilecek belirlemeler değildir. Nihayetinde belli bir gerçekliğe de tekabül etmektedirler. Bu makalemizde kapitalist modernitenin kendisini yegane gerçeklik ilan ettiği çağda toplumcu özgürlükçü muhalif hareketlerin söz konusu tezler bağlamında ve özellikle kapitalist ve batılı olmayan yeni bir yol bulabilmelerinin kimi imkan ve olanakları tartışılmaya çalışılacak bu eksende İslami ümmet kavramı ile demokratik ulus kavramı arasındaki ilgi ve ilişkiler ele alınmaya çalışılacaktır. Açık ki kapitalist olmayan bir yol, Foucault’un da işaret ettiği gibi bir nevi zorunlu olarak batılı olmayan bir yol olmak zorundadır. Bu temelde A. Öcalan’ın da dikkat çektiği üzere Ortadoğu’nun kendi gelenekleri üzerinden alternatif bir yeniden yapılanmayı tartışması zorunludur.
Birinci Bağlam
20.Yüzyıl sisteminin çöküşü ile beraber öznenin çöktüğü; üzerinde yürütülen tartışmaların önemli bir kısmı, Avrupa modernitesi olarak tanımladığımız son 500 yıllık toplumsal-siyasal sistem içerisinde şekillenmiş olan özneleri esas almaktadır. Sovyet Rusya’nın çöküşü dünyada kapitalizmin zaferi olarak ele alınsa da, özünde aynı modernitenin bir parçası olan kutuplardan birinin çözülüşü kendisiyle birlikte diğer kutbun da daha fazla tartışılmasını ve meşruiyetinin sorgulanmasını getirdi. Öznenin öldüğü tezi, toplumsal devrimlerde modernitenin oluşturduğu sosyoloji ekseninde tanımlanmış olan özneleri işaret etmektedir. Nihayetinde tüm bir modern çağda -özellikle son 200 yıl- bir yandan ulus diğer yandan ise sınıf yegane özne olarak kabul edildi. Mevcut şartlarda ulus ve sınıf öznelerinin çöküşü bir realite olarak karşımıza çıkmaktadır. Gerçekten de ulus ve sınıf özneleri hiç de vaad ettikleri gibi bir yeryüzü cenneti inşa edemediler. Tam tersine insanlık tarihinde belki de hiç yaşanmadığı kadar kan, gözyaşı ve zulme sebep oldular. İnsanlığın ilerleme idealine en büyük darbeyi vurduklarına şüphe de yoktur. Bu yönüyle muhalif hareketler açısından bu öznelerin ölümü hiç de arkasından yas tutulacak olumsuz bir durum değil; tam tersine modernite içerisinde şekillenmiş olan ve modernitenin sosunu taşıyan bu öznelerin yıkılışını gerçek öznelerin yeniden tanımlanması ve ortaya çıkması için birer fırsat olarak değerlendirmek gerekir. Modern özneyi tanımlayan teorilerin temel özelliği, aydınlanmacı akıl ile inşa etmeleridir. Aydınlanmacı akıl, insanın modern öncesi çağlarını ve tüm mirasını gerici, çocukluk çağı hastalığı olarak ele almaktadır. Bunun doğal sonucu olarak modern öncesi tüm toplumsal geleneği, sosyal birimleri ve düşünsel, manevi birikimlerini gerici, hatta yok edilmesi gereken düşman kategorisinde ele almaktaydı. Burjuvazi kendi hükümranlığını tesis sürecinde kendi önünde engel olarak gördüğü tüm eski toplum değerlerine amansız bir savaş açtı. Modern öncesi sosyal formlardan toplumsal geleneklere, dinlerden kadim bilgelik geleneklerine kadar tüm toplumsal mirası red ederek, kendisini yegane hakim kılmaya çalıştı. Yıktığı bütün toplumsal özneliklerin yerine ise kendisini içinde yaşatabileceği bir ortam olarak tasarladığı “ulus”u tek özne olarak kabul etti. Modernitenin diğer ucu olan Avrupa sosyalizmi de, aynı modernist projeyi esas alarak kendisini eski toplum karşısına-burjuvazinin yanına-yerleştirdi. Marks, Komünist Manifesto’da burjuvaziyi tüm eski toplumsal formlar karşısında ilerici ve İngiltere sömürgeciliğinin Hindistan’ı işgalinde görüldüğü üzere kapitalist sömürgeciliği desteklenmesi gereken bir müttefik olarak el aldı.[2] Engels, 1880’lerde Fransız işgaline karşı direnen Cezayirli direnişçileri tam bir aydınlanmacı akıl tutulması ile gerici ilan edecek ve Fransız işgalinin bu toplumları modernleştireceği için desteklediğini belirtmekten çekinmeyecekti. Aynı akıl kısa bir süre sonra, TC’nin kuruluş döneminde devletin jakoben baskıcı ve inkarcı tutumuna karşı direnen Kürt halkını gerici olarak tanımlayan ve yok edilmesin açık destek veren TKP geleneğinde ortaya çıkacaktır.[3] Öcalan, 19 ve 20. yüzyıl hareketlerinin kapitalizme karşı direnişlerini analiz ederken, bu hareketlerin (Marksist, sosyalist, anarşist vb.) kapitalist modernitenin dayattığı bilgi ve yaşam ufkunu aşamadıklarını ve sonuçta ise kapitalizmin bir mezhebi haline dönüştüklerini net bir şekilde ortaya koymuştur. “Yüz elli yıllık bilimsel sosyalizm adıyla yürütülen hareketin temel başarısızlık nedeni, aydınlanmacı moderniteyi aşamaması (…) daha doğrusu bu niyeti bile taşımamasıdır.” der ve “ulus-devleti esas almakla (Marks ve Engels dahil) objektif olarak yenilgiyi kabul etmiş oluyorlardı. Bunalım teorileriyle kapitalizmin düşüşüne göre program, örgüt, strateji, taktik dersleri giderek topluma karşı kapitalizmle aynı modernite kalıpları içinde uzlaşarak ekonomizm denen tekelden pay alma hareketine dönüştü.”[4]
‘Modernistlerin bütün eski şeylere programlanmış düşmanlığı’[5], tarihin en büyük toplumsal özne yıkımlarından birini gerçekleştirdi ve insanlık tarihi boyunca oluşmuş muazzam zengin toplumsal özneliklerin tarih sahnesinden silinmesi gibi bir duruma yol açtı. İnsanlığın kapitalizm ve modernizmin unsurları karşısında bu derece zayıflatılmasında sağ ve sol modernist ideolojilerin payı arasında bir ayrıştırmaya gitmeye gerek yoktur. Her ikisi de eşit derecede aydınlanmacı totaliter projenin uygulayıcısıdırlar ve aynı derecede yıkıma yol açmışlardır. 20. Yüzyıl sonuna geldiğimizde işçi ideolojisinin bir bütünen başarı şansını yitirdiğini gördük. Aynı şekilde ulusun da hiçbir zaman toplumsal bir özne olarak konumlanamadığını, tamamen bir devlet aygıtı haline dönüştüğünü gözlemledik. Dolayısıyla günümüzde modern özneliğin ölümüne ağıt yakmaktansa, bunun doğal sonuçları üzerinden toplumsal özneliğin doğru esaslar üzerinden nasıl yeniden yapılandırılabileceğine kafa yormak daha anlamlı olacaktır.
İkinci Bağlam
Günümüz toplumu bir titanik vakasına benzemektedir. Modernizmin oluşturduğu buz dağları riskleri ile dolu bir uz denizinde modernist ideolojiler tarafında gözleri köreltilmiş tarzda körlemesine ilerlemektedir. Mesele şudur ki insanın hayal gücü ve ideallere bağlılığı sakatlandı. Zira modernleşme insanın irade gücünü ve tahayyülünü kısıtladı. Kurumları yapmayı değil, uymayı dayattı. 20. Yüzyıl vatandaşı olarak tanımlanan unsur, ferdi veya cemai olarak herhangi bir yönetime katılma veya yönetimi değiştirme hakkına ve özellikle iradesine sahip olamayan iradesiz bir varlık halini almıştır. Totalitarizm sadece faşist ve reel sosyalist dikta rejimlerinde değil, -ki buralardaki görünümleri daha net ve çıplaktı- bunlardan ziyade çok daha inceltilmiş ve tüm topluma yayılmış halde bütün modern ulus ve sınır devletlerinde yaşanmaktadır. Bauman’ın dediği gibi “bütün modernist projelerde totaliter eğilim uykudaydı, hatta bazen de tamamiyle uyanıktı.”[6] Bunu da sadece siyasal organizasyon üzerinden değil, daha derinden işleyen boyutlarda ele almak gerekir. Modern özgürlük bireyin ve cemaatin hayal gücünü kenetleyerek insanları iradesiz kılmaktadır. Temel sorun modern özgürlüğün bireyin ferdi dertleri ile toplumsal dertleri arasındaki köprüyü, yani toplumsal kamusallığı yıkmış olmasıdır. Zira bireysel özgürlük ancak bireyin kendisini içinde gerçekleştirebileceği cemaat-komün-komünalite durumunda gerçekleştirebilir. Şu hususa da dikkat çekmek gerekir ki, faşizm ve reel sosyalist komünizmin tanrı mesabesine çıkardıkları “toplum kolektivitesi”ki Durkheim sosyolojisinin de bunda payı vardır, bireyi birey olmaktan çıkaran temel sorundur.Modern ve postmodern dönem toplumu, bireylerini özgürleştirmedi. Tam tersine piyasa ve aşırı merkezileşmiş devlet ve parti aygıtları tarafından birey ve toplumu kontrol edilen pasif tüketicilere dönüştürdü. Kapitalist birey tüketirken, piyasanın sunduğu seçmeler içinde kendisinin özgür olduğu sanısı yaşarken, reel sosyalist proje içinde gerçekleşmeye çalışan birey ise kolektivite içinde erimek dışında bir seçeneğe sahip olamamaktadır. Bu sistem içerisinde gerçekten de insan tarihin sonuna geldiğini hissetmektedir. Ütopyanın ölümüdür; fakat ölen ütopya özgürlükçü ütopya değildir.
Üçüncü Bağlam
Genel olarak toplumsal hayatın amacı, bireyin mutluluğunu sağlamak olarak ortaya konulur ve ilk başta bu doğrudur da. İdeolojilerin geneli, kendilerini bu amacı gerçekleştirmenin araç ve memurları olarak halka sunarlar. Fakat mutluluk ve düzen eksenli ütopyalar ve ütopyacı idealler pek de mutluluk getirmedikleri gibi insan ferdini çoğu zaman ya demir cendereler içinde ezdiler ya da onu kör bir sefaletin kucağına bıraktılar. Modern ütopyacı ideallerin politik düzen öngörüleri kati bir faşist ve totaliter dikta sınırlarında seyrederken, görünüşte sundukları kaba bir eşitlikçi düzen ile topluluğa mutluluk getirdikleri vaadinde bulundular. Maalesef modern ideolojiler, paradigmatik olarak kendilerini bu ütopyacı dikta ideallerinden kurtaramadılar. Fransız devrimiyle somutlaşan Jakoben sistem arayışı bir bütün 19 ve 20. yüzyıl (sosyalist, dindar veya ulusal kurtuluşçu) devrimcilerinin esas aldıkları genel bir yaklaşım oldu. Parti ve mücadele örgütü modellerinden tutalım, öngördükleri, uyguladıkları (proletarya diktatörlüğü veya ulusa dayalı devlet veya teokratik) devlet modeline değin hemen hepsi bir nevi Fransız burjuva modelinin devamcısı ve savunucusu oldular. Sosyalist projede topluma sadece kaba bir eşitlik vaad etmek; fakat bunu özgürlüğü feda ederek, daha doğrusu özgürlüğü hiç hesaba katmadan ve hatta bir yük olarak görerek yapmak temel sorun oldu. Özgürlük, demokrasi, farklılıkların yaşam hakkı, toplumsal özerklik ve bireyin özgür inşası gibi kavramlar bu ideolojilerin paradigmaları içinde hiç de yer almadı hatta tam tersine demokrasi ve özgürlük gibi kavramlar, Marks’ın deyimiyle “eski burjuva yutturmacası” olarak ele alındı.Bu durum, 19 ve 20. yüzyıl hareketleri ve toplumsal muhalefeti açısından istenmeyen sonuçlara, hayal kırıklıkları ve yenilgilere yol açtı. Ancak tüm bunlar özgürlük hareketleri açısından daha derinlikli arayışlara ve sistem analizlerine de imkan sundu. Sistem sözcülerinin “ideolojiler öldü” tezi, onların yüklediği anlamın hilafına bir doğruluk payı taşır ki, sistem ideolojileri gerçek manada öldüler; bunun yanı sıra kendini sistemin bütünlüklü reddi üzerinden alternatif bir özgürlük paradigması olarak inşa etmeyen “mezhepler” de yaşam şansını yitirdiler.
MUHAMMED İNAL& YAŞAR CİNBAŞ
YORUM GÖNDER