‘HEGEMONYA VE HEGEMONYA YARATIM ARACI OLARAK KONTRGERİLLA’ (2.BÖLÜM)
Önce Bir Çöl Yaratıyorlar ve Buna Barış Diyorlar!
Emperyalizmin doğru sayılabilecek 20. yüzyıl başlangıcında bile, ileriyi gören gözlem gözlemciler Avrupa egemenliğini sonsuza kadar sürmeyeceğini fark etmişti. Daha 1897 de ürkütücü kehanetlerde bulunan Rudyard Kipling, kendinden emin İngiliz kamuoyunu uyarıyordu: “Geçmişim bütün azameti çok geçmeden Ninova ve Sur’a benzeyebilir. Sakın unutmayalım, sakın unutmayalım!”
Tabii Ninova ve Sur antik Sümer‘de göçebe gerillaların yakıp yıktığı şehirlerdi.
Görünmeyen Ordular / Max Boot
Modern dünya sistemi açısından hegemon devlet oluşumu, kapitalist çarkın işleyişini sağlıklı sürdürebilmesi bakımından nasıl bir gereklilik ise, anti-hegemonik özgürlükçü demokratik toplum güçleri ile mücadele ve mücadele stratejileri de hegemon devletler açısından vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Üçüncü Dünya Savaşı’nın yaşanmakta olduğu günümüz dünyasında bunun yansımalarını yaşama ve hissetme düzeyimiz, her ne kadar yaşadığımız coğrafyanın ve toplumun bu türden müdahalelere maruz kalma düzeyi ile bağlantılı gelişiyorsa da, bilmeliyiz ki bu yönelim tüm insanlığa ve insanlığımızadır.
Tarihsel toplum geleneğinin sık sık tarih bilincinin gerekliliğini işaret etmesi, elbetteki boşuna değildir. Aksine, tarih bilinci ve var olana yönelik derinlikli kavrayış, tecrübe ve kararlılık, stratejik aklın unsurları olarak öne çıkanlar. Örneğin; “baş bihure, hur bihure, kur bihure” tarzındaki Kürt özdeyişi bu türden bin aklın sonucudur. “Tarih günümüzde gizli biz tarihin başlangıcında gizliyiz” belirlemesi de sadece tarih ve şimdi ilişkisine yönelik diyalektik bir tespiti barındırmaz, beraberinde stratejik bir bakışı ve tutumu yansıtır. Bunu bir başlangıç noktası haline getirerek hegemonik güçlerin halkı halklarımıza yönelik geliştirdikleri kontrgerilla stratejilerinin tarihsel ve güncel bir okumasını yapmak ve bundan dersler çıkarmak, Üçüncü Dünya Savaşı’nın karakter ve özelliklerini tanımamızı sağlayacağı gibi, bize boşa çıkarmanın taktik becerikliliğini de aşılayacaktır.
İktidar ve devlet oluşumlarının varlık bulduğu ve toplumu egemenlik altına almak istediği her yerde, kaçınılmaz bir şekilde buna özgürlükçü toplumların tarihsel bir karşı duruşu ve isyanı olmuştur.
İsyan ve direnişin yöntemi ise, zayıfın güçlü karşısındaki yöntemi yani İspanyolca da “Küçük savaş” anlamına gelen ve “vur-kaç” taktiğini içeren, uzun süreye yaydırılmış gerilla mücadele strateji biçiminde somutluk bulacaktır. Kontrgerilla stratejisi de, iktidar ve devlet aygıtlarının gelişen ve isyan ve direnişleri bastırma, gerillaya karşı gerilla taktikleri uygulayarak etkisizleştirme amacını içerir. Bundan hareketle denilebilir ki gerilla tarzındaki savaş, iddia edildiği gibi yeni geliştirilmiş olmaktan çok, neredeyse insanlık tarihi kadar eski tarih savaş yöntemidir. Antik Çağda Atina-Sparta arasındaki Peloponez Savaşı, Mezopotamya’da Akad İmparatorluğu’na karşı Hurrilerin, Zagros Dağları’nda Gutilerin, Bering Boğazı’nda yaşayan Eskimo kabilesinin, Perslere karşı İskitlerin Roma’ya karşı Yahudilerin gösterdiği direniş, gerilla tarzında gerçekleşmiştir. Çarpıcı olan yönü, bu dönemlerde ki tüm gerillasal karşı koyuşların devletsiz toplumlardan gelmiş olmasıdır.
Kontrgerilla uygulamaları açısından tarihsel örneklendirmeleri Roma lejyonlarından başlatabiliriz. Yunanlı tarihçi Polybius, Romalı lejyonların ele geçirdikleri şehirlerde yaptıklarını şöyle dile getirir; “Buralarda sadece insan cesetleri ile değil, ikiye biçilmiş köpeklerle ve bacakları kesilmiş başka hayvanlarla karşılaşmak mümkündür… Sanırım bunu dehşet yaşatmak için yapıyorlar.” Gerçekleştirdikleri manzarayla isyancılar da korku ve panik havası yaratarak yıldırmayı amaçlayan Romalı lejyonerler, bu acımasızlıklarını her tarafa yaymakta özel bir çaba gösteriyorlardı. Böylece, bir psikolojik özel savaş yöntemi olarak ürettikleri korku, fethettikleri yerlere onlardan önce giriyor ve ciddi bir etki yaratıyordu. M.S 70’de Kudüs’ü ele geçirdiklerinde, üzerinde “Yehuda fethedildi” yazılı ve “yas tutan bir Yahudi’nin üstünde mızrağıyla duran bir Roma askeri” görüntüsünün işlendiği sikkelerin basılıp imparatorluğun her tarafına dağıtılması, Roma’nın kontrgerilla stratejisinde ulaştığı psikolojik savaş uzmanlığı göstermesi açısından dikkat çekicidir. Ancak Roma’nın uygulamalarını bundan ibaret saymak doğru olmaz. Roma bir taraftan isyancılara karşı zalimane bir tutum sergilerken, diğer taraftan uzlaşma, ticaret ve günümüzde “dış yardım” olarak adlandırılan parayla ayartma yöntemlerine de baş vuruyordu. İmparatorluk içindeki ve dışındaki yerel elitlerle kurulan sosyal ve mali ilişki ağı, onların asimilasyonu hızlandırırken iç isyanların azalmasını sağlamıştır. “Boyunduruk altında bir çok halk, başarılı biçimde imparatorluğun bünyesine sokuldu. Bu halkaların elitleri Yunanca ve Latince öğrendi, Roma sikkelerini kullandı, Roma tarzı şehirler inşa etti, Romalıların yaptığı yollardan seyahat etti, hamamların ve sirklerin keyfini çıkardı. Toga giydi, şarap içti, zeytinyağı ile yemek pişirdi ve Roma’nın dini kültürlerini uyguladı.
Kırsal kesimde yaşayanların büyük bir kısmıysa eski geleneklerine bağlı kaldı.” İmparatorluk içindeki çatışmalara son vermek için en son bütün İtalyanlara Roma yurttaşlık hakkını tanıması ise, isyanlara karşı koyma taktiği açısından en etkili girişim oldu. Pax Roma adı verilen en uzun barış ortamı ve bu sayede, yani “uyrukların büyük kısmının” bağımsızlık isteğinin köreltilmesi sonucunda sağlandı. Tacitus’un bu durum karşısında, “önce bir çöl yaratıyorlar ve buna barış diyorlar” sözü, çok haksız olmasa gerek.
Roma benzeri yaklaşımı Asya arkalarındaki Çin’de de görmek mümkündür. Hunlu göçebelerin karşı saldırılarıyla başa çıkamayan Çin imparatorluğu, çareyi Hunlarla ilişki geliştirmekte, barış karşılığında Mete ile evlenmesi için bir prenses ve yüklü miktarda tahılın yanı sıra göçebelerin imal edemediği, fakat ilgisini çeken ipek ve şarap gönderir. Her yıl bu miktar arttırılır ve bu sayede bir bağımlılık durumu yaşatılır. Çinlilerin “Beşyem” politikası olarak adlandırdıkları uygulama şöyle açımlanır; “Onların gözlerini doyurmak için zarif giysiler ve arabalar; boğazlarını doyurmak için güzel yiyecekler; kulaklarını etkilemek için müzik; tahammül etmelerini sağlamak için gösterişli binalar, tahıl ambarları ve köleler öne sürüldü, teslim olan Hunlar için hediyeler gönderildi ve iltimasları yapıldı.” Göçebe Hun kabileleri gevşeyince, imparatorluk diğer göçebe kabileleriyle de bağların geliştirip onlardan atlı askerler devşirmeye başladı ve çok eskiden “Barbarları kontrol etmek için barbarları kullanma” olarak bilinen, günümüzde ise “iti ite kırdırma” benzetmesiyle taşırılan politikayı devreye koydu. Sonuç, Hunların etkilerini yitirmeleri ve dağılmaları oldu.
Avrupa merkezli askeri zora dayalı sömürgeleştirme politikalarının yoğunluk kazandığı dönemde devreye konulan ve neredeyse tüm zamanların en etkili kontrgerilla uygulaması haline gelen “yayılan yağ lekesi” kuramı ise, ordu gücünün karakollar ve askeri yerleşkeler biçiminde yerli direniş ezilinceye kadar, aşama aşama halkın bulunduğu alanlara yayılmasını ve kontrol altında tutma stratejisini içeriyordu. Avrupa’nın askeri teknolojisine ve askerlik yönetimindeki üstünlüğünü sahaya sürdüğü bu koşullarda, yerli halkların hepsi direniş gösterseler de Haitililer dışında hiçbiri başarılı olamadı. Başarısızlıklarının nedeni, Avrupalıların “dolaylı yönetim” yaklaşımı temelinde yerli elitlerin konumlarını değişikliğe uğratmadan kendilerine tabii olmalarının sağlamaları ve Avrupalı danışmanlar vasıtasıyla onları Avrupalı silahlar almaya, konvansiyonel ordulaşmaya yönetme becerisini göstermeleriydi. Avrupa’da danışmanların konvansiyonel savaşın üstünlüğü ve gerilla direnişinin işe yaramazlığı üzerine geliştirdikleri söylenceği özümsemek ile kelimenin tam manasıyla kendi kendilerini yenmişlerdi. Farkına varamadıkları şey, taklidin hiçbir zaman gerçek olanın yerini alamayacağıydı. Oysa Haitililer tersinden bir tutumla, kendi geleneksel mücadele yöntemlerinde, gerilla savaşında ısrar etmiş ve aynı Avrupalılara karşı zafer kazanmışlardı.
Amerika’daki Kızılderili kabilelerin büyük direniş göstermelerine rağmen yenilgiye uğratmalarına sebep olan temel etken, akış halindeki yoğun Avrupalı nüfus karşısında azınlıkta kalmaları gösterilse de, bu ancak yan bir etken olarak değerlendirilir. Kızılderili kabilelerin kendi aralarında bölünmüşlükleri ve birleşik bir cephe oluşturamamaları, onları her türden kontrgerilla saldırılarına açık hale getiren esas sebeptir. Örneğin Fransızlar, bu sayede kimi kabilelerle işbirliği yapıp İngiliz yerleşimine saldırırken, İngilizler aynı kabile ile işbirliğine girecek tehlikeli gördükleri bir başkasına saldırabiliyordu. Bu bölünmüşlük hali, sömürgecilerin birçok Kızılderiliyi devşirip “izci” ve “destek işbirliği” biçiminde kullanmasına, bilinen “Vahşi’ye karşı Vahşi’yi kullanma” politikasının işlevsellik kazanmasına yol açtı. Ve bu taktiklerin devreye konulmasından sonradır ki Kızılderili pusularında büyük kayıplar veren sömürgeciler, savaşta üstünlüğü ele geçirmeye başladılar.
En kötüsü, 19. yüzyıl başlarında Kızılderililere karşı Asurluların 300 yıllık bir süreçte boyundurukları altındaki beş milyon insanı tehcir etmelerinden esinle “Asur Stratejisi” adı verilen bir tehcir politikasının devreye konulması oldu. Beyazların göz diktiği topraklardan Kızılderilileri uzaklaştırmayı ve rezervasyon ödüller, enterne toplama kamplarına kapatmayı amaçlayan bu plan kapsamında 70.000 Kızılderili, belirli bir güzergahtan batıya yürümeye zorlandı. Çerokilerin “gözyaşı yolu” adını verdikleri kış koşullarında yaptırılan yolculuk, erzak, giysi, ulaşım aracı ve tıbbi yardım yoksunluğu nedeniyle çocuk ve yaşlı Kızılderilileri adeta kırımdan geçirdi. Geriye kalan ve kamplara kapatılan Kızılderililer de kendilerine dağıtılan hastalık bulaştırılmış battaniyelerle tam bir katliama uğratıldı. Rezervasyonları, kapatılmayı kabul etmeyen kabilelere karşı ise, hareketsiz kaldıkları kış aylarında yerlerini tespit edip erzak depolarını, at sürülerini ve çadırları tahrip etme taktiğini devreye koyuyorlardı. Böylece açlığın eşiğine getirilen Kızılderililer açısından rezervasyon tek seçenek haline getiriliyordu. Avrupalı uygarlık, aç kalarak ölmeyi göze alamayan yerlinin önüne yarı tok karnına hastalıkla ölme seçeneğini koyacak kadar uygar bir uygarlıktı!…
Klasik sömürgeciliğin klasik kontragerilla anlayışının değişime uğratmayı ilk etapta iki Fransız subayı, binbaşı Hubert Lyautey ve Albay Joseph Gallieni başardılar. “Barışçıl yayılma” ve “dolaylı yönetim” stratejisi ile, odağında işbirlikçi yerel elitlerin yer aldığı “halk merkezli” kontrgerilla yöntemlerini geliştirdiler. Bu stratejinin özü, hem askeri operasyonları hem sivil, idareciliği aynı düzeyde başarabilen, yerel şartlarını iyi kavrayan, yerel kültürlere ilgi duyup dillerini konuşabilen profesyonel kadrolar aracılığıyla” halkın kalbini kazanıp zihinlerini zaptetme” hedefine dayanıyordu. Lyautey 1900 yılında direnişi bastırmak için gittiği Madagaskar’da yazdığı bir makalede bunu şöyle izah ediyordu; “Askeri işgal, askeri operasyonlardan çok yürümek de olan bir organizasyondan oluşur. Bu organizasyon ancak son çare olarak yakınma başvuran ve bunun yerine bölge sakinlerinin itaatini sağlamak amacıyla pazar, okul ve diğer projeleri inşa etmeye odaklanan subaylardan oluşmalıdır… Sizce düşman ve heyecanlı bir halkı, bin kez ayaklandırdıktan sonra silah zoruyla bastırmak yerine tek bir el ateş etmeden boyun eğdirmek için daha otoriter, daha soğukkanlı, daha adil, daha sıkı karakterli olmak gerekmez mi?”
Lyautey, Fas’ta bu stratejiyi çok daha yoğun uygulama olanağı buldu. Mahkemeler, hastaneler, su şebekeleri, okullar, demiryolları ve daha birçok eksik altyapı tesislerinin inşaasını sağladı, kendi ifadesiyle” Fransızları avlamakla vakit harcayarak gençlere iş olanakları yaratmayı” Öncelikli görevi haline getirmiş ve bunu “Bir atölye bir tabura bedeldir” sloganında özetlemişti. Boyun eğmeyen aşiretlere karşı acımasız yöntemler kullanırken, yenilen isyancılara karşı “hoşgörülü davranışlar” sergiliyor, dini liderleri ve kabile büyüklerine karşı saygılı bir tutum benimsemek istiyordu. Onun bu özel uygulamaları öyle bir başarı kazandı ki, Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Lyautey, 60.000 askerini Fransa’ya savunma için geri gönderme olanağı bulundu. Faslı askerler her iki dünya savaşında da Fransa için savaşacak kadar bağlılık gösterdiler. “Bir kontrgerilla faaliyetinin başarılı olabilmesinde” sivil eylemin yerine konacak anlamına gelmez. Lyautey ve çok sayıda askerin keşfettiği şey, kontrgerilla savaşının siyasi ve askeri eylemin karmaşık bir birleşimini gerektiğindiğiydi. Bu birleşimin kesin sınırlarına, olay yerinde bulunacak doğru adamın karar vermesi gerekiyordu. Belki Lyautey’in en değerli katkısı karmaşık ve çeşitli durumlar için standart resmi bir çözüm dayatmak yerine esnekliğe, elastikliğe, zaman, yer ve koşullara uyuma duyulan gereğin altını çizmesidir. İstediği türde subaylara kavuşabilmek için altlarına yüksek eğitim yapmaya özendiriyor. Birçok modern orduda aydınlar genellikle hoşgörülünden büyüyelim bir eğilimdi. Lyautey, “sadece asker olan kişi kötü bir askerdir” diyordu.
NASRULLAH KURAN
YORUM GÖNDER