BEKO MU, MEM Û ZÎN Mİ? YA DA DEVLETMİ, DEMOKRATİK ULUS MU? (1.BÖLÜM)
Bir yandan Kürt mirliklerinin kendi aralarındaki çatışmalarının ve diğer taraftan Osmanlı ve Fars İmparatorluklarının Kürdistan üzerinden hakimiyet kurma savaşlarının sürdürüldüğü 17. Yüzyıl koşullarında Ehmedê Xanî böyle düşünüyor, çözümü ve kurtuluşu Kürtlerin devletleşmesinde buluyordu. Xanî’ye göre Kürtler, himmet kılıcına el atıp hünerin gücünü ortaya koydukları takdirde, yani kılıç ve bilgiyi kuşanıp siyaset ve şidddet olgularını iç içe, yetkince işlemeleri halinde düşledikleri devlete kavuşacaklardı. Böylece Rum’a yenilmekten, Osmanlı ve Taciklere tutsak düşmekten kurtulacak, üzerinde yürütülen savaşlar sebebiyle viranhaneye dönüştürülen Kürdistan’da artık baykuşları ötmeyecekti.
Benzer bir yaklaşım 16. Yüzyıl İtalyan kent devletleri koşullarında Machiavelli’nin İtalya’ya yönelik duyduğu acıda da gözlemlemek mümkündür. Coğrafya ve Yüzyıl farklı olsa da, Xanî ve Machiavelli’nin yürekleri ve ruhları aynı ortak payda da ulusları için çarpmaktadır. İtalyan kent devletlerinin kendi iç çatışmaları, Papa’nın güç oyunları, İspanya ve Fransa kaynaklı işgaller, İtalya ulusal birliğinin önündeki en önemli engellerdir. Machiavelli bu durumu kederli bir isyanı barındıran şu sözlerle tasvir eder; “İtalya bir kolonidir; başsız, düzensiz, dayak yemiş, yağmalanmış, incinmiş ve istila edilmiş.”
Xanî’de şiir-destan diliyle söyleme kavuşan bilinç, topluma yöneltilmiş bir çağrı niteliğindedir. Kürdistani bir bilinç oluşturmanın ve Kürdi varoluş çabasının kazanması gereken oluş ve form halini tanımlamaktadır. Xanî’ye göre form devlettir. Devlet temelinde birleşme ve örgütlenmedir. Machiavelli’de ise, dönemin yetkin siyasetçi-diplomati olma vasfı konuşmaktadır. Dönemin aktif bir siyasetçisidir ve bundan kaynaklı sürgüne gönderildiğinde araştırma-inceleme olanağı bulduğu antik dönem siyaset anlayışı, yönetim, özgürlük ve iktidar elde edilmesi konularında derinleşerek düşüncelerini olgunlaştırmış, bu sayede İtalyan ulus-devletinin ve Avrupa genelinde yeşerecek olan ulus-devlet düşüncesinin kurucu temellerini atmıştır. Kendi bağlamsallıklarını ve iç tutarlılık açısından incelendiğinde ise, her iki düşünür ve eylem insanının devlet tasavvurlarının ya da vurgularının, bilinegelen klasik devlet anlayışının dışında bir içerik ve tanımlamayı barındırdıkları görülmektedir. Siyaseti, “kitlelerin formasyonu, örgütlenmesi ve yayılması” olarak anlayan Machiavelli, halkı da çıkarları, talepleri ve fikirleri gözden kaçırılmaması gereken bir politik güç tarzında tanımlar. Geliştirdiği yeni sosyal ve siyasal düzen inşasının parametrelerine bakıldığında, halkın yönetiminde bir özgürlükçü cumhuriyeti formüle ettiğini görürüz. Formüle ettiği özgürlükçü cumhuriyet devletinde halk, halk ordusunun kaynağı ve iktidarın temel ayağı, esas belirleyen pozisyonundadır.
Xanî’nin düşlediği devlet olgusuna ilişkin emareleri ise Zin’in Bey babasına ilettiği vasiyetinde rastlarız. Zin, vasiyetnamesinde Bey olan babasına şöyle seslenir; “Mutluluk” şerbetini herkese içirin yaşlıları dirilt, cariye ve köleleri azad eyle, Botan halkını sevindir, esirleri özgür kıl, herkese bol ihsan eyle, yoksulları zenginleştir, üzgünleri sevindir, savaşta saz çal, zalimleri ortadan kaldır, muhalif kanı dökme, köpeğin ve yük eşeğinin bile yiyeceğini hazırla, mazlumları zalimlerden kurtar, hazineni halkla üleş, halkla haşır neşir oluver, hayvanlığımız zail olsun, ruhaniliğimiz kaim olsun!… görüldüğü üzere Xanî’nin kalem ve kılıç ilişkiselliğinde tasavvur ettiği devlet, adaletin, eşitliğin, özgürlüğün ve insan-insan ilişkisinin de ötesine taşan evrensele yakın bir karakter taşımaktadır. Türklerin düşünsel, siyasal ve yönetsel anlayışını ortaya koyan Kutadgu Bilig’de de benzeş ve aykırı, ayrışık özellikler bulmak mümkündür. Ancak Kutadgu Bilig’de devlet, ikili bir karaktere sahiptir. İlki, salt devletin kutsallığını, ululuğunu vaaz eden ve uyruklarına boyun eğmelerini, kulluk etmelerini buyuran ve geçerliliğini yitirmeyen “Boyun eğ, yarar sağla” vecizesinde somutluk kazanan karakterdir. İkincisi ise, devletin ancak adaletle var olabileceğine inanan, egemene karşı kuşku ve eleştiriyi öncelleyen, hizmetin kutsallığını esas alan ve egemene (beye) yoksul insan bırakmaması için, “…. Yiyecek, içecek, giyecek ver… Eli darda ise gereksinimlerini karşıla.. Aç mıdırlar, tok mudurlar sor.. Elini açık tut, mal dağıt, fakirlere iyilik et.. Bin egemen (hükümdar) kuldan fakir adını kaldırmazsa nasıl egemen olur?… Ey egemen sen halkın bu haklarını öde, sonra kendi hakkını isteyebilirsin!.. Kin besleme, düşman olma!… Zor kullanma, kişi kanı dökme!” biçiminde seslenen karakterdir. Bu karakterin devleti bir hizmet örgütü olarak değerlendirdiği açıktır. Ancak siyasetteki bozulma ve yöneticilerin yozlaşması karşısında Kutadgu Bilig’de çaresizdir. Daha 1069-1070‘de yaşanan çürüme ve yozlaşma karşısında çaresizce şu soruyu yöneltir; “Bütün iyiler gitti, yasa ve göreneği götürdüler, kişi artığı kaldı, iyileri nasıl bulayım?”
Kutadgu Bilig’de açığa çıkan bu soru bin yıldır kendini tekrarlayıp durmaktadır. İktidar ve devlet patolojisinin hüküm sürdüğü bir zeminde düşünce ve eylem gücüyle toplumsal iyinin öznesi olan insan yitirilmiştir. Toplumsal varoluşun adalet anlayışı ahlaki ve politik özelliklerin şekillendirdiği kültür ve bilinç ortadan kalkınca, iyi, doğru, özgür ve güzel olan da yitirilmiş, insandan geriye insan artığı, “kişi artığı” kalmıştır. “Kişi artığı” toplumundan soyundurulmuştur ve yalnızlaştırmış bireydir. Ahlaki ve politik kimliğini, dolayısıyla özgürlüğünü yitiren, sorumluluk bilincinden ve vicdandan düşendir. Edilgenliği ve sıradanlığıyla iktidar ve devlet statükosunu besleyen, kendi olmayan bir kendidir. Kendi olmayan bir kendinin kişiliği ve karakteri olamayacağı gibi, bağlanacağı bir iyi, sevebileceği bir güzellik ve saygı duyacağı bir doğru da bulunamayacaktır. Onun için yaşam, biyolojik ihtiyaçların maddi sınırları içerisinde başlayan ve biten mekanik bir döngüselliktir. “Kişi artığı”nı ortaya çıkaran, işte bu iyi, güzel ve doğru olanın yitimi, insanı insan yapan etik ve estetik değerlerden yoksunluk duygusu ve düşünememe halidir.
Bu bağlamda hem iktidar hem de devlet, ikisi de kirli ve kirleticidir. Çünkü devletin kendisi Abdullah Öcalan’ın belirttiği gibi farklı iktidar odaklarının ortaklaşa kar örgütü olarak inşa edilir. İç yapısında sürekli çekişme ve kavgaların, hatta savaşların yaşanması da bu nedenledir. Nasıl ki toplum insan ihtiyaçlarının bir ürünü olarak açığa çıkmışsa kabul etmek gerekir ki devlet de yine insan kusurlarının bir sonucu olarak yaşamımıza kazınmıştır.
Yaşamımıza kazınan devlet uru, Kutadgu Bilig’in, Machiavelli’nin ve Ehmedê Xanî’nin ufkunda, parçalanmışlığa yabancı tahakküme ve işgale karşı bir kurtuluş umudu gibi ışısa da, tarihsel deneyimin tüm veçheleri bize tam tersini göstermektedir. Uygarlık tarihi boyunca gelişen devletlerin tümü sevginin ve insanlığın yadsınması, özgürlüğün ve adaletin olumsuzlanması, insani dayanışmanın red ve inkarı üzerinden kendilerini kurgulamışlardır. Devlet, hiçbir zaman bir ahlaka sahip olmamış ve iktidar odakları dışında kalan bireyin kendi değerine ulaşmasına izin vermemiştir. Aksine bireyin ve toplumun değersizleştirilmesi üzerinden kendi varlığını sürdürmüştür.
Madem ki öyledir, peki o halde neden devlet cihazı insanın ufkunda bir kurtuluş umudu ve çözüm mercii olarak belirmiştir? Bunun yanıtını uygarlık tarihinin açığa çıkardığı hegemonik güçlerde ve hegemonik güçlerin bilim, felsefe, din ve sanat üzerinde kurdukları tekelde bulabiliriz. Yanıt, devletleştirilen bilim, devletleştirilen felsefe, din ve sanattır. Bu kapsamda çarpıtılan bilinç ve ikameci tarih anlayışıdır. Yanlış tarih, haliyle yanlış bilinç ve yanlış yaşamı doğurmuştur. Özeti budur. Çarpıcı olan, insanlık tarihinin ağırlıklı gelişim ve gerçekleşme süreçlerininin devlet dışı bir toplumsal varoluş tarzında yaşam bulmuş olmasıdır. Anti-toplumcu özelliği deneyimleyip bilincine varıldığından, devletin yadsınması daha yoğundur ve toplumsal örgütlülük ağırlıklı bir biçimde gevşek bağlama dayalı kabile konfederasyonları ve aşiret federasyonları biçiminde geliştirilmiştir. Devlet çıkarları gereği hep merkeziyetçilik peşinde koşarken, toplum tersi yönde bir yol izlemiş ve özerk kalmayı tercih etmiştir. İster tarihsel ve ister güncel olsun, toplumsal doğa kendi hakikati içerisinde incelendiğinde, toplumsal yaşamın gevşek ve özerk bir bağ ve bağlam içerisinde kendini gerçekleştirdiği görülecektir.
CANO AMED
YORUM GÖNDER