UYGARLIKTA YENİ BİR AŞAMA; TEK TANRILI DİNLER
Toplumsal tarih süreci içerisinde tek tanrılı dinlerin konumu, anlamı ve ortaya çıkardıkları hem devletçi uygarlık hem de demokratik uygarlık sistemi açısından büyük önem taşır. Düalist bir karaktere sahip olmalarından kaynaklı her iki geleneği de etkilemiş ve her iki gelenekte de güçlü bir etkide bulunmuşlardır. Bir yanı özgürlükçü geleneğin bir devamı, yeni bir direniş yöntemi ve yüzü iken, diğer yüzü iktidarcı-tahakkümcü geleneğin devamı, pekiştiricisi ve uygulayıcısıdır. Bu anlamıyla hem karanlığı hem de aydınlığı beraberinde taşımıştır. Hem direnişe hem de teslim olmaya çağırmıştır. Hem başkaldırtmış hem de baş eğdirtmiştir. Hem düşündürtmüş, sorgulatmış hem de düşünceyi sınırlamış, dondurtmuştur. Tek tanrılı din inancı birçok zıtlığı bu nedenle içinde barındırmaktadır.
Tek tanrılı dinlerin başlangıç tarihi köleci sistemin artık tamamen kurumlaştığı, toplumlarda buna karşı arayışların ve sorgulamaların başladığı M.Ö. 1700’lü yıllarda Hz. İbrahim’in ortaya çıkışı olarak kabul edilir. Hz. İbrahim’in çıkış yaptığı ve köleci sisteme karşı başkaldırı gerçekleştirdiği yer olan Urfa, tarihi olarak da birçok ilkin yaşandığı topraklardır. Urfa, tarım ve köy devrimi ve Tel Xalaf kültürünün, aynı zamanda ana tanrıça kültünün gelişip kurumlaştığı temel mekânlardandır. Dahası bugüne kadar bulunan ilk ibadet yeri olan Göbeklitepe’nin de mekânıdır. Tarihin uzun süresi içerisinde insanlığın maddi ve manevi kültüründe sürekli olarak büyük rol oynamış, ilklerin çıkış merkezi olmuştur. Bu açıdan Hz. İbrahim’in buradan çıkış gerçekleştirmesinin, buranın tarihi misyonu, taşıdığı kültürel birikimle bağlantısı vardır.
Hz. İbrahim, Babil İmparatorluğu’nun Mezopotamya topraklarının önemli bir kısmını hâkimiyeti altına aldığı ve Hammurabi’nin Babil kralı olduğu süreçte çıkış yapar. Bu dönem, köleci uygarlığın olgunlaşma dönemidir. Kent devletlerinin artık imparatorluklar aşamasına geçerek genişleyip yayıldığı, ticaret ve koloniciliğin geliştiği, ana-kadın sistemi ile devletçi uygarlık sistemi arasındaki savaşın halen sürdüğü, fakat erkek sisteminin bir önceki aşamada kadın sistemiyle kurduğu dengenin önemli oranda kırıldığı, sınıflaşmanın daha net bir görünüm kazandığı, uygarlığın artık merkezileştiği dönemdir. Bu dönem, aynı zamanda Babil’de nemrutların (eyalet yönetimi veya valisi), Mısır’da ise firavunların hüküm sürdüğü dönemlerdir. Bu açıdan aslında toplumsal kaosun ve toplumda bu sisteme karşı sorgulamaların yaşandığı, kimi arayışların da ortaya çıktığı dönemdir.
Böylesi bir dönemde Hz. İbrahim Urfa-Harran’da bir kabilenin başı olarak yaşamaktadır. Terah ismindeki babası (İslamiyet’te Azer olarak geçer. Terah’ın da Hz. Nuh’un büyük oğlu Sam’ın Arpakşat isimli oğlunun soyundan geldiği iddia edilir) Nemrut’un yanında çalışmaktadır (kimisi heykeltıraşlık yaptığını -put yapmaktadır- kimisi ise memur veya bekçi olduğunu söylemektedir). Ama aynı zamanda İbrahim ile kabilesi tarımcılık ve hayvancılık yapmakta, ticaretle de uğraşmaktadır. Bu dönemde uygarlıklar arasında hem ticaret hem de siyasi ilişkiler yoğundur. Fakat geniş alanda ticaretin hâkimiyetini ve denetimini elinde bulunduran Nemrut yönetimidir. Aynı zamanda Nemrut’un toplum üzerindeki hâkimiyeti ve baskısı, sistemin merkezileşmesi gittikçe artmaktadır. Bu nedenle kabile ve aşiretler gerek Babil’de gerekse de iktidarcı sistemin hâkimiyet savaşı verdiği diğer uygarlık alanlarında yoğun bir biçimde direnişler geliştirmektedir. Fakat bu direnişler çok sert cevaplarla karşılanmakta, hatta kimi zaman direnişler bastırılmaktadır.
Böylesi bir ortamda İbrahim hem kendi kabile hâkimiyetini korumak hem de ticarette ilerlemek, daha geniş bir alanda hareket etmek istemektedir. İbrahim’in bu arayışları ve çabası sistemle karşı karşıya gelmesini getirir. Aynı zamanda Nemrut yönetiminin toplum üzerindeki baskılarına karşı bir başkaldırı olarak da gelişir.
Kendisini ilahlaştıran tanrı-krallara yönelik gerçekleştirdiği başkaldırıyı, toplumu sorgulatmaya götürecek bir çıkışla gerçekleştirir. Kutsal kitaplarda dile getirildiği kadarıyla İbrahim, tanrılar adına yapılan putların tümünü kırar, yalnızca en büyük putu bırakır. Kendisine bunu neden yaptığı sorulduğunda, bunu büyük putun yaptığını söyler. Putun canlı olmadığı, bu nedenle kıramayacağı söylendiğinde ise tanrı olduğuna inanıyorlarsa, neden diğer putları kırabileceğine inanmadıklarını sorar. Kendisine tanrısı sorulduğunda gökyüzünü göstererek “Wa Hewe (Yahweh)”, yani bu odur der. İbrahim’in bu tarz çıkışı hem düşünsel hem de inançsal alanda büyük bir adımdır. Önderlik bu nedenle İbrahim’in bu çıkışını hem bir ideolojik devrim hem de bir irade devrimi olarak nitelendirmektedir. Tanrısını Ya Hew olarak adlandırması ve tapınılan tüm nesnelerden kopartarak soyut bir varlık olarak izah etmesi, düşünsel anlamda yeni ve büyük bir adımdır. Bu çıkış, inanç konusunda somut tanrı düşüncesinden soyut tanrı düşüncesine geçişin başlangıcıdır. Aynı zamanda putları kırmakla tanrı-kral sistemi karşısında hiçleştirilen insanı sorgulatmaya, düşünmeye ve mücadeleye yönlendirerek iradi bir çıkış gerçekleştirmektedir. Uygarlığın başlangıcından itibaren insanlık ilk kez bu kadar güçlü bir başkaldırı gerçekleştirmekte, tanrılar sorgulanmaktadır. Önderlik bu nedenle tek tanrılı dinlerin doğuşunu, insanlığın zihniyet ve moral-ahlak yapısında devrim olarak da yorumlamaktadır.
Hz. İbrahim çıkışının en önemli yönü ise peygamberlik geleneğinin Hz. İbrahim’le birlikte başlıyor olmasıdır. Peygamberlik çağının başlaması, tanrı-kral sistemin aşılmasının başlangıcını oluşturur. Hz. İbrahim’in başlattığı sorgulama, insanın ve insan eliyle yapılmış nesnelerin, putların tanrı olmayacağı düşüncesi büyük bir zihinsel adımdır. Zulme karşı bir başkaldırı, köleleştirilerek suskunlaştırılan toplumun yeniden dile kavuşmasıdır. Önderlik peygamberleri “yeni fikir ve hareketlere yol açan, kabile veya topluluk önderleri” ve peygamberliği “kabilenin özgürlüğünü tümüyle yitirmeme çabasıyla birlikte yeni bir dini örtü altında kabilelerin eski sisteme karşı bir özgürlük hareketi” olarak tanımlamaktadır.
Hz. İbrahim tevhid (birlik) inancını geliştirerek, tek tanrıya dayanan sistemin temelini atmıştır. Tevhid inancıyla çok tanrılı dinlerdeki tüm tanrıların gücü tek bir tanrıda toplanmıştır. Hakeza tanrının merkezileşmesi yanında tanrısal bağımsızlık da vardır. İbrahimi gelenekte tanrı ölümsüzdür ve putlaştırılamaz. Aynı zamanda egemen toplumun sınıfsal yaklaşımını aşan ve tüm insanlara hitap eden bir dinsel anlayış geliştirilmiştir. Dolaysıyla Hz. İbrahim’in daha çok etkilediği kesimler, sistemle çelişkileri olanlar ve bütünleşmeyenler ile zanaatçılar, manevi dünyayla daha çok ilgilenen kesimlerdir.
Ama aynı zamanda tek tanrı fikri, tanrının merkezileşmesi devletçi uygarlıkta kral otoritesinin gelişmesi, güçlendirilmesinde temel bir ideolojik harç rolü de oynar. Başlangıçta insanlığın özgürlük arayışında olumlu rol oynayan tek tanrı fikri, egemenler tarafından uygarlık sistemine uyarlanır ve iktidarın güçlendirilmesinde bir araç olarak kullanır.
Hz. İbrahim’in yeni bir çıkışla oluşturmaya çalıştığı inanç-din sistemi, hem devletçi uygarlığın tanrısal yapısını hem de uygarlık öncesi toplumun totem inancını içinde barındıran bir muhtevayla yoğrulur. Hz. İbrahim kendi totem inancını bu kez kavim inancına, tek tanrılı din inancına dönüştürür. Yahudi dinine baktığımız zaman bunu çok açık bir şekilde görmek mümkündür. Bir kavim dinidir, kabilenin totem inancı, bir kavmin soyut tek tanrılı dini olarak biçim kazanmıştır. Totem inancıyla tanrıcılık kültürünün birleşiminden yeni bir inanç sistemi geliştirilmiştir. Hz. İbrahim’in böylesi bir din sistemini geliştirmeye iten sebep ise; çok tanrılı din sistemi sorunlara yol açmakta, totem inancı da hâkim olan çok tanrılı din sistemine karşı cevap olamamaktadır. Bu, Hz. İbrahim’in yeninin arayışı içerisine girmesine neden olur ve ikisini de içinde barındıran ama ikisini de aşan yeni bir inanç sistemi geliştirir. Önderlik bu nedenle tek tanrılı dinlerin çıkışını ideolojik devrim olarak nitelendirmektedir.
Hz. İbrahim’in put kırma eyleminin ardından Nemrut tarafından tutuklandığı ve ailesiyle birlikte yakılmaya çalışıldığı, fakat ateşin suya, ateşin yakıldığı odunların ise balığa dönüştüğü ve böylelikle yakılmaktan kurtuldukları Kuran’da ve bazı Yahudi kaynaklarında geçmektedir. Urfa’daki Balıklı Göl’ün bundan dolayı oluştuğu dile gelmektedir. Bu hikâyede aslında insanların umutları yeşertilmektedir; bir başkaldırı olmuştur, mücadele edilmiş ve fakat Nemrut kendilerini yok edememiştir. Bu hikâyede bir direnişin başarılı olabileceğine yönelik bir mesaj vardır.
Ardından bir rüya gördüğü ve rüyasında tanrısının kendisine Kenan ülkesinde toprak vaat ettiği, kendisinin ve kavminin seçilmiş olduğunu, bu nedenle de kavmiyle birlikte Kenan ülkesine gidip orada yaşaması gerektiğinin söylediği başka bir hikâye olarak dile gelir. Böylelikle eşi Sara, yeğenleriyle birlikte ( bu yeğenleri arasında Lut da vardır. İslamiyet’te Lut peygamber olarak geçer, daha sonra Sodom ve Gomora’da halkının lanetlendiği öyküleştirilir) 75 yaşındayken Kenan ülkesine göç eder. Böylelikle isminin anlamı “yüceltilmişlerin babası”, “halkın babası”, “merhametlilerin babası” olan Hz. İbrahim (Abraham) halkını ilk yolculuğuna çıkartır.
Fakat Kenan’da ya kıtlık çıkması sonucu veya düşüncelerinden kaynaklı içinde bulunduğu uygarlık sistemiyle yaşadığı çelişkilerden kaynaklı tanrının kendisine ve kavmine vaat ettiğini söylediği topraklardan ayrılarak Mısır’a göç etmek zorunda kalır. Büyük ihtimalle bir sürgündür. Mısır’dayken firavunun (kimi kaynaklarda Negev-Necef- kralı olarak geçmektedir) eşi Sara’ya göz koyduğu ve kralın göz koyduğu kadınlar eğer evli ise eşlerinin öldürüldüğü belirtilir. Bu nedenle Hz. İbrahim eşini kız kardeşi olarak tanıtır ve firavun Sara’yı cariyesi olarak yanına alır. Fakat bir süreden sonra kız kardeşi olmadığını bir rüya aracılığıyla öğrenir ve İbrahim’i çağırtarak neden bunu söylemediğini sorar. Hz. İbrahim kendisinin öldürülmekten sakınmak için böyle yaptığını, ayrıca eşi olan Sara’nın gerçekten de aynı zamanda kız kardeşi olduğunu, babalarının bir olduğunu söyler. Firavun kendilerini affeder ve Sara’yı geri verir, tekrardan Kenan ülkesine gönderir, aynı zamanda birçok deve, sığır, mal, mülk ve cariyeler verir. Bu cariyelerden biri de Hacer’dir.
İbrahim’in diğer hikâyelerinden farklı olan bu hikâyesi dinlerin belki de en karanlık yüzünün yansımasıdır. Tek tanrılı dinlerin başlangıç aşamasında yaşandığı dile getirilen bu olay, esas olarak soyut tanrı sisteminin de kadın yaklaşımının ataerkil düzenin zihniyet yapılanmasını olduğu gibi taşıdığını dışa vurmaktadır. Güçlü tanrı-kral sistemine başkaldırı geliştirilirken, aynı sistemin kadın yaklaşımı, hatta sistemin kendisini üzerinden yükselttiği kadın kimliğinin hiçleştirilmesi ve düşürülmesi ret edilmemektedir. Bu daha sonraki tüm tek tanrılı dinlerin de temel handikaplarından olacaktır. Önderlik dinlerin devrimci yönleri olduğunu söylerken, aynı zamanda sisteme karşı kökten karşıtlık yaşamadıklarını, reformist olduklarını belirtmektedir. Bu, en açık biçimiyle kadına yönelik öykülerde kendisini yansıtmaktadır. Zaten çıkışta da sistem tümden reddedilmemektedir, bir nevi inançların harmanlanması ve kendisine bu sistem içerisinde yer açma mücadelesi verilmektedir. İktidardan, ticaretten ve artı üründen pay almak istenilmektedir. Bu nedenle yeni bir düşünce sistemi geliştirilmiştir. Ama bu yeni düşünce, ne sınıfsal düşünceyi ne de devletçi-iktidarcı düşünceyi aşamamıştır. İşte tek tanrılı dinlerin karanlık yüzü burada yatmaktadır. Daha sonra Yahudiliği biçimlendirecek olan seçilmiş kavim düşüncesi, sınıfsal ve iktidarsal düşüncenin yeni biçim kazanmış halidir. Kutsallığın tanrı ve rahipten, seçilmişliğin elit bir iktidar kesiminden bir kavme nakledilmesi vardır. Rahip-kral, tanrı-kral sisteminin seçilmiş üst tabaka anlayışının bu kez seçilmiş, kutsanmış, üst tabaka bir kavme verilmesi söz konusudur. Uygarlığın üst sınıfı nasıl ki her şeye kadirse, seçilmiş kavim de her şeye kadir olmak durumundadır. Yahudilik başta olmak üzere tüm dinleri etkileyecek kadın yaklaşımı da ataerkil zihniyetinin aşılmaması, hatta onun en derinliğine kabullenilmesiyle bağlantılıdır. Her ne kadar Hz. İbrahim döneminde kadın tamamen silikleşmemiş olsa, hatta İbrahim eşi Sara’yla olan ilişkisinde bir denge olsa da, ataerkil zihniyete karşı bir duruş sergilemediği de bir gerçektir. Bu nedenle daha sonra İbrahimi çizgiyi temsil eden gelenekte kadın tamamen silinir. Çok tanrılı dinlerdeki cılız da olsa var olan kadın figürleri, tek tanrıcılıkta tümden ortadan kalkar. Artık öncü kadın yoktur, toplumsal öncülük, bilgelik tamamen erkeğe atfedilir, ismi geçen hemen hemen tüm peygamberler erkektir. Yahudiliğin çıkış yaptığı süreç daha tanrıça kültürünün tam olarak silinemediği çağlar olmasından kaynaklı olsa gerek, Tevrat’ta birkaç kadın peygamberden söz edilir. Hristiyanlıkta ise bir tek Luka İncil’inde bir kadın peygamberden söz edilir. İslamiyet’e gelindiğinde ise artık eser kalmamıştır. Peygamberlik bir yana her üç dinde de kadın daha çok şeytanla özdeşleştirilmiştir.
Tek tanrılı dinlerin kadın yaklaşımını ilk olarak Hz. İbrahim’in eşi Sara ve cariyesi Hacer ile olan çok ilginç hikâyelerinde görebilmek mümkündür. Hz. İbrahim’in o döneme kadar çocukları yoktur, her nasıl oluyorsa 86 yaşındayken Hacer’den ilk oğlu İsmail doğar. Daha sonra yine her nasıl oluyorsa Hz. İbrahim 100, Sara ise 90 yaşındayken bu kez de eşi Sara’dan diğer oğlu İshak doğar. Sara’nın Hacer’i kabul etmemesi ve aralarında anlaşmazlıkların olması sonucunda Hz. İbrahim Hacer ve oğlu İsmail’i Müslümanlara göre Mekke’de zemzem suyunun bulunduğu yere, Yahudilere göre ise Sina Dağı’na yakın olan bir yere gönderir. Hikâyelerin tutarsızlığı bir tarafa önemli olan husus Arapların kökenlerini İsmail’e, Yahudilerin ise İshak’a dayandırıyor olmasıdır. Böylelikle kökeni aynı olan bir düşünce ve inancın, iki ayrı çizgi ve kol biçiminde kendini ifade etmesi ortaya çıkmaktadır. Hacer-Sara, İsmail-İshak arasındaki çekişme ve anlaşmazlık, Arap-Yahudi çatışmasının kökeni olarak da ele alınabilir.
Hz. İbrahim’in Mısır ve Kenan’da (Fenike) kaldığı süreçler tek tanrılı dinin esas olarak şekillendiği, içerik kazandığı dönemdir. Örneğin; İsmail’i kurban etme öyküsü ve tanrının Cebrail aracılığıyla kendisine bir koç göndermesi ve İsmail’in kurban edilmekten kurtulması hikâyesi vardır. Esasında o dönemlerde Fenike’de çocukları tanrılara kurban etme gibi sapkın gelenekler mevcuttur. İsmail’in kurban edilmemesi aslında geleneğe karşı bir başkaldırıyı ve reddetmeyi temsil etmektedir. Önderlik bu nedenle de vicdani bir başkaldırı olarak nitelendirmekte, dinsel bir devrim olarak da ele almaktadır.
Yine Hz. İbrahim’in ilk kez “Wa Heve-Yahweh” diye işaret ettiği tanrısı, Fenike’de Elohim ismini alacaktır. El, Fenike’nin gök tanrısı El’den gelmedir. İslamiyet’e geçişte bu Elohim bu kez Allah olarak karşımıza çıkacaktır. Daha sonra Hz. Musa döneminde Yahweh kullanılarak giderek Yehova ve Yahudi’ye dönüşmüştür. Elohim kelime anlamı olarak tanrılar demektir ve aynı zamanda güçlü olan anlamına da gelmektedir, bu nedenle Yahudiler Elohim’i Yehova için bir saygı ifadesi olarak kullanmaktadırlar. Halen de Elohim daha çok tanrının gazabı, Yehova ise tanrının merhameti dile getirildiği zaman kullanılmaktadır. Yani burada da tek tanrılı dinlerin düalist özelliklerinden birini görmekteyiz. Bu İslamiyet’te Allah’ın isimlerinde de karşımızda çıkmaktadır.
Yine tüm İbrahimi gelenekli dinlerde yoğunca işlediği cennet-cehennem ikilemi de benzerlik gösterir. Tam bir imanla tek tanrılı dine-dinlere inanç getirme ve bunun gereklerini yerine getirme cennetin, bunu kabul etmeme ve karşı durma ise cehennemin kapılarını açmaktadır. Tanrıdaki gazap ve merhamet, cennet ve cehennem tasvirlerinde de gazabı ve şefkati yansıtır. Özünde cennet ve cehennem ikilemi, uygarlığın doğuşuyla birlikte gelişen sınıflı toplumun ortaya çıkardığı yeni yaşam tarzı ile buna bağlı olarak özlem, umut ve korkuları ifade ediyor. Bu anlamda cennet ezilen kesimler için doğal toplumun özgür, eşit, zor ve şiddetin olmadığı dönemlere olan özlem ve buna yeniden ulaşma hayal ve umudu; egemen kesimler için ise sınıfsal farklılık ve bu farklılığın yarattığı hâkimiyet, buna bağlı açığa çıkan yaşam tarzı olmaktadır. Ezilenler için cehennem sınıflı-devletli toplum, ezenleri için ise sınıflı-devletli toplumun ortadan kalkmasıdır. Tek tanrılı dinlerin dillendirdiği cennet-cehennem bunun farklı bir ifadeye kavuşmuş biçimi olmaktadır. Yaşanılan dünya bir cehennem bile olsa inançlı ve ahlaklı yaşamın sonu ölümden sonra cennet olarak sunulmaktadır. Bu dünya üst sınıflara ayrılmıştır, ölümden sonrası ise alt sınıflara. Bu esasında sürekli olarak insanları ahlaki bir yaşama motive etme, ahlaki ilkeleri koruma amaçlıdır. Maddi yaşamdan çok manevi yaşama odaklamayla bağlantılıdır.
İbrahimi geleneğin ortaya çıkardığı üç büyük din vardır. Bu dinleri ideolojileri, tanrıları ve peygamberleriyle biraz açımlayalım. Tek tanrılı dinlerde yine üç ayrı tanrı olarak karşımıza çıkan Yehova, Rab ve Allah’ı ve bu tanrılara bağlı dinleri değerlendirelim.
BERFİN ZÎNÊ
Devam edecek
PAJK.ORG
YORUM GÖNDER