AHLAK VE TOPLUMSAL NORM (2.BÖLÜM)
Ahlak ve Ahlaki Olana Dönüş
Ali Fırat uygarlıkla ahlakın hukuka, politikanın idare ve bürokrasiye evrildiğini belirtir. Böylece hukuk kavramı, her geçen gün karmaşık bir yapı kazanan, hep güç yanlısı bir gelişme süreci izlemiştir. Hegemonik güç sahipleri, kendi sınıf çıkarları, sermaye ve tekelleri için topluma karşı sınıf çıkarlarını savunmayla, koruma, kollamayla ve yasalarla istismarı, sömürüyü meşrulaştırmak istemiştir. Toplum, hukuk kurallarıyla öyle bir bağlanır ki, bu kurallar dışına çıkan toplumsal-komünal değerleri hegemonik güç karşısında savunan kişiler “hukuk ihlali”, “kanun dışılık”, “kanun kaçağı” adı altında suçlu ilan edilerek uygarlığın hapishane, toplama kamplarına ya da ölüme mahkum edilmişlerdir. Devleti zayıflatma, geriletme mücadelesi veren toplumsal ahlaki direnişler, var olma direnişleri en ağır baskı ve zor yöntemleriyle karşı karşıya kalmıştır. Dolayısıyla toplumsal ahlak yerine hukuk geçirilirken devlet tahakkümü hukuk yoluyla topluma zorla kabul ettirilir. Düzen sağlayıcı diye tarih sahnesine çıksa da egemen güçler eliyle yürütülen hukuk, işlevsizleştirerek toplumsal yaşamı sürdürülemez kılar. Hukukun toplumsal huzur ve güvenliği sağlama, kamu güvenliğini idame etme gibi amaçlarla oluşturulduğu iddia edilse de bu tam bir safsata ve ideolojik propagandadır. Çünkü kaos ve kriz durumundan çıkamayan devlet-iktidar yapıları çözüm geliştiremedikleri gibi sorunu hukukla derinleştirmekte ve toplumsal güvensizliği büyütmektedir. Belki, toplumsal direnişlerle demokrasiye duyarlı hale getirilen “Hukuk devletlerinde”(!) geçici güvenlik-huzur sağlansa da kaos-kriz her an kapıdadır. Ancak sömürü, üstü örtülü şekilde sürdürülür.
Ali Fırat ahlak ve politikayı kuramsal ve kavramsal temelde neden yeniden çözümledi ve bunu çözüm olarak yoğunlaştırdı? Çünkü, demokratik toplum sistemiyle devleti zayıflatma, ahlakı esas alıp hukuku ahlaka tabi kılma; bürokrasi ve idareciliği politikayla sınırlamak istedi ve bu yaklaşım toplumsal hakikate de uygundu. Her iki kavram da toplumsal sorunların çözümünde başat rol oynar. İnsan devletsiz olarak iş yapabilir ama toplumsuz asla! Çünkü insan toplumla birlikte yaşamaktan başka bir alternatife sahip değildir. Toplumun ortak işlerini yürütmesi onun var oluşunun temel stratejik esasları olan ahlak ve politika ile donanmış olmasına bağlıdır. Aksi ise, toplumun öz varlıklarını sürdüremeyip egemenlerin çiftliğinde, fabrikasında, şirketlerinde kölelikten kurtulamaz. Öz varlığını yitiren nice toplumlar tarihten silinmiş, varlıkları egemenlerce sonlandırılmıştır. İşte kendi olmaktan çıkarılma devlet hukukuyla geliştirilirken; iç tutarlılığı, doğruluk ilkesi ve iyilik paradigmasıyla ahlak, yok olmaya karşı direnir ve buna izin vermez. Yani hegemonik güç karşısında toplumun felç edilmesini kabul etmez ve toplumsal vicdan, direniş fitilini ateşler.
Aslında uygarlığın 5000 yıllık gelişim sürecinde hegemon güçler toplumu devlet-iktidar aygıtlarıyla teslim almıştır. Zor kullanarak toplumu geriletip bastırmıştır. Böylece doğal toplumun yeteneklerini bilim ve teknolojiyi de aleyhinde kullanarak köreltmiştir. Toplum toplum olmaktan çıkarılmış, toplumun üzerinde her türlü tasarrufu da kullanmaktan geri durmamıştır.
Toplumun ahlakla arasındaki makas açıldıkça sömürü, toplumun tüm gözeneklerine kadar inmiştir. Toplumsal iradesizleşme yaygınlaşmıştır. Bir yandan toplum bu duruma sürüklenirken bir yandan da toplumsal varlığın en önemli yaratıcı gücü kadın, ataerkil erkek zihniyetinin baskı ve saldırısı altında toplumla aynı kaderi paylaşmıştır. Halbuki toplumsalcılığın yaratıcısı, kurucu asli üyesi, toplumsal inşanın baş aktörü, öznesi kadındır. Ancak insan yaşamının sürdürülmesinin vazgeçilmezi olan toplumsallık olgusuyla kadın aynı konuma düşürülmüştür. Uygarlık, devlet aygıtını toplum karşısında çim biçme aleti gibi çalıştırırken tarih kitapları toplum kırımlarla doldurulmuştur. aynı durum kadın kırımında da “büyücü”, “cadı”, “tapınak fahişesi”, “şeytan”, “yoldan çıkaran” gibi ağır ithamlarla karalanmıştır. Kapitalist modernite doğa-kadın uyumunu günümüzde sömürülen nesne haline getirmiştir. Öyle ki taciz, tecavüz etme, katletme, şiddet uygulama normalleşmiş ve devlet hukukunun normu haline gelmiştir. Norm normalleşme halidir. İşte toplumsal ahlaktan kopuş kadına karşı izahı ve mantığı olmayan ahlaksız uygulamaları doğurmuş ve bu tür ciddi sapmalar kaçınılmaz olmuştur.
Kapitalist modernitenin ulus-devletlerinde şişirilen hukuk ile aşırı yetkilendirilen bürokrasi-idarecilik topluma karşı bir savaş hali içinde tutulur ve toplum her iki güç tarafından her gün dizayn edilir, devlet ahlakıyla terbiye edilir. Devlet, politik alanı biçimsel temsiliyet dışında topluma açmayarak kararlara ortak etmez. Toplumsal düşüncenin gelişmesini kilitler, düşüncesizlik düşünce haline gelir. Tek söz sahibi olarak devlet, hangi işin ve nasıl yapılacağına kendisi karar verir ve şekli süreçler dışında asla toplumu ve yerel güçleri buna katmaz. Çünkü en iyi bilen devlet aklıdır.(!) En iyi kararı o verir. İş için bürokrasi düşünüp karar vermektedir. Verilen kararın nasıl yapılacağıyla da yasal kılıf giydirilen “idari hukuk” ilgilenir. Yine bir yığın kavram kalabalığı taşıyan bir hukuk süreci aleyhine verdiği kararları uygulama, devreye sokulan zor ve baskı unsurlarıyla gerçekleştirilir. Devlet, hukuk, askeri oluşumlar için dile getirilen “toplum için” safsatası büyük bir demagoji olarak karşımıza çıkar. Bugün dahi yaşadığı çevreyi, doğayı tekelci şirketlerin aşırı kar hırsına bırakmak istemeyen “HES” direnişçilerinin maruz kaldıkları “güvenlik”(!) şiddeti devletin ne kadar anti-toplumcu bir güç organizasyonu olduğunu göstermektedir.
Devlet, karar alma süreçlerinden toplumu uzak tutarak toplumun karar alma yeteneğini ve iradesini köreltmiştir. Tek politik güç bürokrasidir, toplum ise buna tabi olmakla mükelleftir. Bu alanı kullanması sebebiyle bürokrasinin idarecilik yeteneği, düşünce üretme kapasitesi artar. Sermaye ve tekel sınıfı adına gelişme gösterir. Toplumun örgütsüzlüğü, bilinçsizliği, itiraz ve protesto iradesi gösterememe durumu, hukuk kurallarına uyma hali toplumsal ahlaktan uzaklaşma ve yoksunlukla ilgilidir.
Devletin toplumsal ahlaka düşmanlığı sadece hukukla sınırlandırılmamış aynı zamanda ahlakı topluma karşı en aşağılık tarzda kullanmaktadır. Aslında burada ahlak özünden saptırılmıştır. Topluma bağlı ve yararlı olma hali yerini devletine, milletine bağlı olmaya bırakmaktadır. Devlet tekelinde ahlak; devlet sevgisi, en yüksek vergi ödeme, sınıf hukukunun kurallarına uyma, bürokrasiye itaat ve karşısında “el-pençe” durmaktır. Yine toplumsal direniş ve gösterilere katılmama, isyanda bulunmama, sistemin sermayedarlarının sömürüsüne göz kapayarak evine bir parça ekmek götürmek için işine ve gücüne bakmaktır. Kısacası, firavun ve Nemrut sisteminde köle gibi yaşamayı kabul etmenin bugünkü devamı olmaktadır. Devletin ahlaklı insan tanımlaması din, eğitim, siyaset, ekonomik, medya araçlarıyla topluma benimsetilir. Bu açıdan “sicili bozuk olmamak” yüceltilir. Devlete itaat eden vatandaşı “iyi, güzel, doğru vatandaş” diye piyasaya pazarlar. Bilinçsizlik, korku ve sistemden nemalanmak için bu “deli gömleği” nin alıcısı çok olur. Halbuki “vatandaşlık görevleri” dedikleri tekel sınıfının hukukla düzenlenen sömürü sistemlerinin bir an bile sekteye uğramamasıdır. Vatandaş, sermaye ve tekellerin haksız kar kazanma düzenine sessiz kaldığı sürece en iyi vatandaştır. Devlete hep şükreden, minnettarlık duyan, elindekiyle yetinen, öte dünyanın cennet kurgularına kilitlendirilmiş, olup-biteni anlamayan vatandaş devlete baş tacı edilir ve onun ahlaklı insanı budur. Hep örnek insan diye topluma sunulur. Devlete kim daha yararlı diye yarışmalar yoluyla yılın “en”leri seçilir. En yüksek vergi verene “rekortmen” denilerek plaketle ödüllendirilir.
Ahlak yerine idame ettirilen hukuk, demokratik güçlerce geriletildikçe ahlakın da önü açılır. Toplum nefes alır. ancak ulus-devletin akademilerinde verilen hukuk dersleri, devlet savunması çerçevesinde kural ürettikçe örgütlülüğe kapalı zihniyet toplumda gelişir. Devlet, toplumda yuvalanır. Esasta hukuk kuralları toplum aleyhine bir mengenedir. Bu nedenle devletin varlık stratejisi hukuk olurken öte yandan da devlet, sanki hukuk olmazsa toplumsal yaşam sürdürülemezmiş gibi bir algıyı muazzam derecede ideolojik propagandayla geliştirilir. Böylece sınıf hakimiyeti hukuk eliyle tahkim edilirken toplumsal ahlak ise güçsüz ve savunmasız bırakılarak hep darbelenir.
İşte hukuk bu rolü oynarken toplumsal ahlak kuramı yerine devlet teorisi geliştirilir. Bu yaklaşımlarda işin saptırılması da etkili olmuştur. Bu hususta Ali Fırat: “Birçok filozofun giriştikleri çözümlemeler daha çok devlet teorisine girişten öte bir katkı sunmamıştır. Daha doğrusu bireyi toplum üyeliğinden koparıp devlet üyeliğine geçirmenin ön hazırlıkları gibidir. Sanki ahlakın görevi bireyi devlet için en yararlı hale getirmekmiş gibi bir yaklaşım sundukları açıktır. Kısacası ahlaki yorumları uygarlık yanlısıdır” demektedir.
Yine hegemonik güç eliyle ahlakın en çok zayıflatıldığı alanlardan biri de medya gücüdür. Devlet-iktidar denetime aldığı medya gücüyle adeta toplum kırımı gerçekleştirir gibi ahlak ve kültürü yozlaştırır, toplumda ahlaki soykırımı büyütür. En büyük yalanlar, sanal dünyalar bu alan üzerinden topluma yansıtılır. Böylece gerçek ile sanal arasına ayrım koyamayacak bir toplumsal yozlaşma, dejenere olma durumu adeta toplum mühendisliği ustalığıyla gerçekleştirilir. Bu durumda her şey devlet-iktidardan yana, toplumsal ahlak aleyhine işler. Hukuk, siyaset, askeri, ekonomi, eğitim, medya, bilim, din, sanat, spor ve daha birçok toplumsal alan ve değer devletin elinde yoğrulur, özünden saptırılarak çarpıtılmış biçimde toplumun önüne “yaşam kaynağı” olarak altın tepside servis edilir. Filmler, diziler, eğlence programları, haber programları liberalizmin “her koyun kendi bacağından asılır” bireyciliğine koşturulan sadece kendine duyarlı, ahlak yoksunu insan tipini yaratır. Yine devletin medya aracılığıyla ürettiği yalanlara, doğru diye inanan, devlet için topluma karşı pozisyon alan sanal dünyada yaşayan morfinlenmiş kişiliği geliştirir.
Medyanın aşındırdığı ahlak, tekelci sermayedarlara sömürülecek uyuşturulmuş insan kitlesini sunarken kitleyi kontrol etme imkanı da yaratır. Medya kanalıyla en sorunlu toplumsal durumu yaşama, ahlaki toplumun işini, örgütleme çalışmalarını ve kurumsallaşmasını zorlaştırdığı bilinen bir gerçektir. Sanalı yaratanlara karşı gerçeği göstermek demokratik ahlaki güçlerin yaratıcılığına ve bu alanda örgütlü olmasına bağlıdır.
Bu bağlamda, toplumsal sorunların ağırlaşmasında insanın bilgelikten ve bilgelik çağından kopuşu ve uzaklaşması da bir açıdan etkili olur. Özellikle bilgelikten hızla kopan sosyal bilimlerin ters-yüz edilmiş bilgilerinde hiçbir hikmet kalmamıştır. Bilgeliğin kökenleri uygarlıktan önceki süreçlere dayanır. Klan ve kabilelerde ana-kadınlar, kabilelere yol gösteren şamanlar, rüspilerin bilgelikleri toplum için yaşamsal rol oynuyordu. ancak Sümer tanrısı Enki’ de “bilgelik tanrısı” diye ataerkil ve devlet yanlısı bir konumdaydı. Bilgeliğin esası, temel özelliği derin iç görülerin uzak görüşlü yoğunluğuna dayanır. Bu anlamda sosyal bilim bilgelik için (toplum adına) önemli bir alan olabilir. Sorunları azaltarak pozitivizmin alanını, etkisini kırabilir. Ancak Batı sosyolojisi hakikati arayan “hakikat savaşçısı” olma gibi bir derdi olmadığından Enki bilgeliğine oynamaktadır. Sosyoloji toplumsal çözümleme geliştirdikçe iktidara sömürge alanları açmaktadır. Birinci doğa fizik bilimleriyle bilinir kılındıkça en vahşi biçimde sömürü alanlarına açıldığı gibi, aynı yöntemle batı sosyolojisi bunu topluma karşı gerçekleştirmektedir. Bu nedenle emeğin sömürüsü derinleştirilmiş, topluma savaş hali yaşatılmıştır.
Özellikle 1940-50’li yıllarda ABD’nin sosyoloji akademileri ve ilgili fakülteler hegemon güce yeni sömürge alanları açabilmek, sömürü giderlerini azaltabilmek için habire devlete teoriler sunmuşlardır. Halbuki sosyoloji toplumsal hakikati araştırma-inceleme konusu yapmalıyken ne yazık ki işgali düşünülen, planlanan toprakların halklarının kültürel yapılarını, davranış biçimlerini inceleyerek, çözümleyerek devlet-iktidar erkine sömürge politikalarının “kolay işgal nasıl olur” verilerini sunmuştur. Eğer bilim insanı ahlaktan yoksun olursa, yazılı kağıtlar üzerine hukuk çok güzel cümlelerle işlense de doğruluktan sapma kaçınılmazdır. ancak ahlak içselliği, özlü oluşu barındırır. Ortadoğu bilgeleri başta olmak üzere Sokrates, Bruno vb.’lerinin iyilik ve doğruluktan şaşmamak adına can vermeleri, gücün maddi zenginlik vaatlerine tenezzül etmemeleri ahlakın gücünü göstermesi açısından oldukça öğreticidir. Hallac-ı Mansur, Sühreverdi vb. gibi bilgelerin iktidar karşısındaki ahlaki tutumları anlamlı ve değerlidir.
Sorunlu Batı sosyolojisinin keşfettiği alan bilgileri kuşkulu ve anlam sapmaları ile doludur. Bu nedenle tekel hizmetinde çalışan sosyolojiden köklü çözümler için bilgi üretmesini beklemek büyük bir yanılgı olur. Çünkü bu kurum devlet, sınıf ve tekelleşme adına kapitalist modernitenin değirmen taşını döndürüp durur.
Sonuç olarak, toplumsal bilgi üretmek, paradigma geliştirmek, ahlaki-politik topluma yeniden bir canlılık kazandırmak, ona ruh vermek ancak demokratik uygarlık sistemini bütün yerellerde örgütlü kılmakla mümkündür. Tarihte “ahlaki devrim” gerçekleştiren büyük bilge Zerdüşt’ün felsefesinde “Söyle sen kimsin?” diyerek iktidar güçlerine yönelttiği sorgulama yönteminden başlayarak tarıma dayalı ekonomi, kadın-erkek eşitliği, hayvanları sevme, doğaya duyarlı olma ve “doğru düşün, güzel söyle, iyi yap” biçimindeki ahlaki düsturla ahlak yeniden diriltilebilir ve ayağa kalkışı sağlanabilir. İlhamını ve kaynağını tarihi köklerinden alan Ali Fırat, vahşi kapitalist modernitenin yaşanmaz kıldığı bu dünyayı daha yaşanılır kılmak, toplum kırım ve doğa yıkımını durdurmak için toplumsal ahlakı sorunsallaştırıp ahlaki-politik toplum temelinde alternatif bir dünyanın kavgasını vererek demokratik moderniteyi bir sentez ve çözüm olarak geliştirdi ve felsefi bir derinlik kazandırdı.
Bugün Rojava’da bu felsefe kadın öncülüğünde ahlaki topluma doğru nakış nakış işlenirken, Ortadoğu genelinde demokratik toplum sistemiyle büyük umutlar yaratmış ve tüm ezilen kesimleri heyecanlandırmıştır.
Bu anlamda tarihten günümüze uygarlık sisteminin devlet-iktidar eliyle dışladığı, sistemin dışında kalan ezilen tüm kesimler, demokratik güçler, oluşumlar, örgütler, direnen klan, kabile, aşiret damarı, emekçiler ve halklar özü ve yapıları gereği demokratik uygarlık sistemi, insanın primatlardan kopuşuyla topluluk yaşamını sürdürmek için beslenme, barınma, savunma ve üreme kurallarını geliştirdiği gibi demokratik uygarlık sistemi de günümüzde ahlaki ve politik boyut üzerinden hem kuramı hem de pratiği geliştirmektedir.
İşte bu nedenle ahlaka –insan toplumunun temel dokusuna- dayanmadan ne grup ilişkilerinin ne de toplumsal yaşamın sürdürülmesi mümkündür, diyoruz.
YAŞAR KIRMIZI
YORUM GÖNDER