ÖCALAN’IN ESARETİ, DEMOKRATİK KÜRTLÜĞÜN VE TÜRKLÜĞÜN ORTAK ESARETİDİR (3.BÖLÜM)
Demokrasi Mi, Çatışma ve Çürüme Mi?
‘’Herkesin kendi kökeninden çıkıp açılabileceği alan beşeriyet alanıdır. Bu alana girenler birbirlerini tanıyabilirler, çünkü daha parlak bir ateşle yanan, sonra sönükleşip görünmezleşen ve bunu sürekli bir hareket içinde tekrarlayan kıvılcımlar gibidirler. Kıvılcımlar birbirini görür, her kıvılcım başkalarını gördüğü ve onlar tarafından görülmeyi beklediği için daha parlak bir alev olur.’’ (Hannah Arendt)
Öcalan’ın esaretinin yol açtığı ikinci olumsuzluk, Öcalan’ın anı anına siyaset yapan, öngörü içeren müdahalesiyle zamanı ve mekanı hedefleri doğrultusunda şekillendirmesini bilen, pratikte hep bir adım önde giden, seri ve akışkan, bütünlüklü bilinç ve eylem halinden bizlerin “önderlik diyalektiği” ” Kürt Özgürlük Hareketi Diyalektiği” dediğimiz vasfın, Kürt cephesinde giderek ağırlaşması, dönemsel farklılıklar, ivmeler gösterse de, aynı canlı ve dinamik yansımayı süreklileştirememesidir. Öcalan’ın 21. Yüzyıl sosyalizmi olarak belirlediği ve kavram-kuram-kurum ilişkisi içerisinde sergilediği yeni paradigma, özünde toplumsal alanın boydan boya özerk ve konfederal örgütlenme ağlarıyla örülmesi ve toplumun yerinde yönetimlerle belirleyici politik güç haline gelmesini sağlamaya yöneliktir. Toplumun kolektif vicdanı olan ahlakı ve ortak akıl olarak politikayı tüm yönleriyle ve entelektüel güçle yeniden ayağa kaldırmayı amaçlayan bu yaklaşımın aradan geçen yıllara rağmen hala dişe dokunur ve kendini görünür kılan bir örgütsel ağa kavuşturulamamış olması, devlet terörü ve faşizmin saldırılarının yarattığı etkilerden bağımsız olarak başlı başına örgütsel varoluşun varlık sebebi bağlamında değerlendirilmeyi gerektirmektedir. Nihayetinde faşist saldırganlık ve devlet terörü, özgürlük mücadelesinin her aşamasında kendini ortaya koymuş ve uluslararası destek açısından geçmişte daha geniş ve yoğun bir yardım görmüştür. Önderlik kültürü, bu türden yönelimleri bir gerekçe olarak öne sürmeyi kabul etmez. Sorun stratejik ve taktik yönetim gücünün, kadronun, önderlik diyalektiğini bütünlüklü işletme iddiası ve kararlığında, bu iddia ve kararlılığın denetim ve uygulama gücüne dönüşerek sonuç yaratma azminde, iradesinde düğümlenmektedir.
Bu düğüm, Öcalan tarzında çözülmediği sürece, ulus-devlet aklının projelendirdiği ve ilk kez 2007 yılında G. Kurmay Başkanı İlker Başbuğ tarafından dile getirilen ‘’örgütün başarı umudunu kırmak” hedefli psikolojik özel savaş harekâtı, örgütlü yapı, toplumsal yapı ve toplumsal yaşam alanları üzerinde etkinlik kurma çabasını sürdürecektir. Tarihsel bilincin bize hatırlattığı en temel uyarılardan biri “bir örgütün başarı umudunu kırmak, o örgütün yaşam bulduğu toplumun umudunu kırmaktır” gerçeğidir. Peki bir örgütün, bir toplumun başarı umudu nasıl kırılır? Genelde demokratik uygarlık tarihi, özelde ise Kürdistan tarihi bu sorunun yanıtlarıyla doludur. Bir toplumun başarı umudunu, o toplumun örgütlülük düzeyi, öncü güçlerinin gelişmişliği ve sahip olduğu önderlik gerçeği meydana getirir. Dolayısıyla toplumsal umut, bu güçlerin kırılması, dağıtılması ve toparlanamaz hale gelmesi durumunda başarı inancını yitirir. Ancak bu yitişin yok olma noktasına gelip gelmemesi, örgütlü varoluşun sahiplik ettiği mücadeleci ruh, coşku ve heyecanın korunup korunamamasına doğrudan bağlıdır. Ulus-devlet faşizminin bir taraftan Öcalan’ı mutlak tecrit koşulları altında tutarken, diğer taraftan Özgürlük Hareketi üzerinde tarihin gördüğü en yoğun saldırıları gerçekleştiriyor olması, öbür taraftan Kürt toplumuna yönelik baskı ve tutuklamaları had safhaya vardırması, tamamen bu amacı içeren bütünlüklü bir konseptin sonucudur. Başından beri uzlaşmazlığı ve çatışmayı geniş bir zaman erimine yayarak kadroda ve toplumda bir bıkkınlık, bezginlik yaratmayı ve böylece oluşmuş olan mücadeleci ruh, coşku ve heyecanı öldürmeyi, bununla “olmazlık” teorisinin öne çıkmasını sağlayarak başarı umudunun kırılmasını hedeflemiştir.
2000’lerin başında uluslararası güçlerin desteğinde açığa çıkan tasfiyecilik de böylesi bir role soyunmuş ve geride bırakılan mücadele süreci tümden mahkum edilmek istenmişti. Hazırlanan plana göre Öcalan’ın PKK’si mahkum edilecek ve KDP kıvamında ılımlı, işbirlikçi bir PKK yaratılacaktı. Günümüzde bu plan daha kapsamlı ve derinlikli bir strateji biçiminde uygulamaya konulmuş bulunmaktadır. Uluslararası güçlerle birlikte kararlaştırılan bu strateji, salt Öcalan’ın mutlak tecrit koşullarında tutulmasını öngörmüyor, bununla birlikte önderlik paradigmasının pratikleşmesinin de önüne geçilmek, boşa çıkarılmak istenmektedir. Hakeza, uluslararası güçlerin Kuzey Suriye’de sergiledikleri zikzaklı politikaları da tamamen bu stratejiyle bağlantılıdır. Legal siyaset alanında paradigmasal çalışmaların içten ve dıştan çabalarla neredeyse işlemez hale getirilmesi, seçilmiş milletvekili, belediye başkanı ve meclis üyelerinin sudan gerekçelerle zindanlara doldurulması, örgütlü iradenin işlemez hale getirildiği yerlerde polis-jandarma-istihbarat desteğinde Kürt gençlerinin uyuşturucu, fuhuş, hırsızlık ve mafya şebekelerinin piyonları haline getirilmeleri aynı özel savaş mantığının ürünüdür. Böylesi bir zeminle hedeflenen toplumda “Ne yapsak kar etmiyor, bir şey değişmiyor” düşüncesini ve çaresizliğini geliştirmek, insanların umarsızlaşmasını sağlayarak dar ekonomik yaşam döngüsüne hapsolmalarını ve güvensizlik duygusu içerisinde içe kapanmalarına yol açmaktır.
Özel savaşın bu yöndeki etkilerinin Kürt halk gerçeğinde iki türden bir uyarılmaya yol açtığı genel bir görünüm olarak kendini ortaya koymaktadır. Kürt orta sınıfı ve orta sınıf anlayışına mensup unsurlarda bu etkinin büyük ölçüde “olmazlık teorisi” şeklinde kendini ifadeye kavuşturup, liberal siyaset anlayışı çerçevesinde konumlanmaya ve pratikleşmeye yönelttiği bir gerçektir. Çözümü, Öcalan’ın yerine liberal sol imaj giydirilmiş sahte bir önderlik tipolojisi yaratma ve parlamenter sisteme angaje olmuş liberal bir sol partide bulan bu anlayışın sergilediği tutum, özünde ABD ve AB’nin Kuzey Kürdistan için devreye koyduğu stratejinin bir parçası ve uzantısı olmaktan ibarettir. Mevcut iktidar yapılanmasının Kürdistan’da orta sınıfın gelişmesi ve yayılması için gösterdiği çaba ve yine legal siyaset alanında Öcalan’ın kurucusu olduğu yapılanmanın boşaltılması ve ele geçirilmesi çabalarını da bu çerçevede okumakta yarar vardır. Orta sınıf dışında kalan Kürt toplumsal yapısına mensup bileşenlerde, özellikle de yoksul ve emekçi yurtsever kesimin önemli bir bölümünde ise “Ne yapsak kar etmiyor, bir şey değişmiyor” düşüncesinin gelişmesi daha farklı bir itiraz ve arayışı seslendirmektedir.
Özgürlük Hareketi’ni sahiplenen bu kesimler, her şeyden önce TC parlamentosunda yer almanın ve belediye deneyimlerinin negatif sonuçlar ürettiğini, mücadelenin eski özünün silikleştiğini ve buna dönüşün gerekli olduğunu, Türklerle ortak vatan inşa etme arayışının karşılık bulamadığını ve bu nedenle söz konusu alanlardan çekilerek Kürdistan eksenli kopuşu sağlayarak daha radikal bir mücadele yürütmenin artık şart olduğunu vurgulamaktadır. Her ne kadar kendi içerisinde haklılık bildiren eleştiriler taşısa da, bu yaklaşımın “olmazlık” teorisinin bir başka yansıması ve Demokratik Modernite paradigmasının, Demokratik Ulus stratejisinin naifçe yadsınması anlamına geldiği açıktır. Oysa ortada, pratikte denenmiş ve sınanmış ne bir Demokratik Modernite paradigması ve ne de Demokratik Ulus stratejisi bulunmaktadır. Öcalan, Kürt Özgürlük Hareketi ve halk eksenindeki eleştiri ve çelişki, paradigmanın kavram-kuram-kurum bütünlüğü içerisinde bugüne kadar pratikleştirilmemiş olmasına yönelikken, çıkarsamanın bu kadar kestirmeden yapılması elbette ki etkileşimlerden bağımsız değildir, aksine bir sonucudur.
NASRULLAH KURAN
YORUM GÖNDER