SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA I CİLT (119.BÖLÜM)
e- Reel sosyalizmin ekonomik sistemi, genelin bir parçası olarak devlet kapitalizmini bir türlü aşamamıştır. Önceleri bir ara aşama olarak düşünülen bu kapitalizm, giderek tüm sistemi çepeçevre kuşatmıştır. Çağdaş köleci bir emek kullanımına rağmen, klasik kapitalist gelişmenin gerisinde kalmaktan kurtulamamıştır. Bunda bireyi özel kapitalizm kadar bile tatmin edememesi rol oynamaktadır. Emeğinin sonuçlarına yabancılaşan bireyin verimi giderek düşmüştür. Sonuçta ilkçağ köleliği gibi çalışmaktan bıkkınlık ve kaçış başlamıştır. Halbuki sosyalizmde çalışma bir ihtiyaç olarak değerlendirilir ve zevkle yerine getirilir. Sosyalizmin emek ve çalışma ilkesinin uygulamada yaşadığı durum, yaşananın bir angarya tarzı olduğunu ortaya koymuştur. Öyle ki, çözülme yaşandığında, dünyanın her tarafında en düşük ücretle ve tortu işlerde çalışmayı nimet bilecek kadar acı bir durum ortaya çıkmıştır. Hiçbir gerekçeyle sosyalist bir yurttaş bu duruma düşürülemez. Düşürüldüğünde, orada yaşananın sosyalizmden başka her anlama gelen yozlaşmış bir rejim olduğunu kanıtlar.
f- Reel sosyalizm merkezlerinin bir dış politika olgusu olarak baktıkları ulusal kurtuluş süreçleri ve devletleri, asıl sistemden daha kalitesiz ve yoz örnekler olmaktan kurtulamamışlardır. Klasik sömürgecilikten kurtulduklarında bile, oturtulan rejimler klasik sömürge yönetimlerini arattırmayacak cinstendir. Bu tip ülkeler hem klasik kapitalizmin, hem reel sosyalizmin ikinci elden versiyonları oldukları için, kendi toplumları ve halklarının başına katmerli bela kesilmişlerdir. Denilebilir ki, bu tip rejimlerin kontrolündeki toplumlar tarihlerinin en lanetli, körelmiş gerçeğini yaşamayla karşı karşıya bırakılmışlardır. Bu rejimler derinliğine bir taklitçiliği en acımasız ve en alçaltıcı yöntemlerle halklarına uygulayarak, feodal dönemden beri içine düşürülmüş oldukları karanlığa bir de betonarme kalıpları biçiminde bir baskıyı eklemişler; bu rejimler altındaki toplumlar kendisinde en derinliğine yabancılaşmanın yaşandığı toplumları teşkil etmişlerdir. Belki de tarihlerinin hiçbir döneminde bu derinlikte bir yabancılaşma, öz güçlerine inançsızlık, tarih bilincinden yoksunluk, ahlaki seviyede düşkünlük ve toplumsal varlıkları hakkında bilinçsizlik yaşanmamıştır. Bunlar çağımızda insanlığın en bunalımlı toplumlarını temsil etmektedir.
g- Tarih boyunca özgürlüğün bir ölçütü olarak değerlendirilmesi gereken bireyin varlığı ve hakları, reel sosyalizmde sorun olarak görülmemiştir. Gerek kapitalizmin doğuşunda ve gerek bunalım çağında en çok üzerinde durulan bir konu bireysel özgürlüktür. Aslında her tür dogmatizmin elinden zihnen ve ruhen kurtulmuş birey, çok önemli bir gelişmeyi ifade eder. Bu sadece kapitalizmle ilgili bir olgu değildir. Her ileri hamlenin ölçütü, bireyin (kendi farkına varması anlamında) onuru düzeyinde meydana gelen gelişmeyle belli olur. Tarihsel bir devrimin değeri, insanlığın varlığında ve bireyin onurunda yol açtığı gelişmeyle ölçülür; kendi yarattığı bireyin bilincinde, yaşam tutkusunda, yaratıcılığında, emeğinin veriminde kendini belli eder. İlerlemenin veya tersinin en sağlam ölçütü, bireyi hangi konumdan alıp nereye taşırdığına ilişkin ortaya çıkan gelişmelerle tayin edilir. Bu ölçü aynı zamanda mensubu olunan toplumun ve yönetiminin özgürlük düzeyini de belirleyen en sağlam kriterdir. Bireysellik konusunda kapitalizmin tahrik ettiği gelişmeler çarpıcıdır. Olumlu ve olumsuz yönleriyle bu en çok değerlendirilmeye tabi tutulması gereken husustur.
Reel sosyalizmin ise, bireyselliği, sanki kapitalizme özgü olumsuz bir konuymuş gibi kötülemenin propagandası haline getirmesi, daha sonraki bireysel haklar meselesinde çok geri bir konuma düşmesine yol açmıştır. Halbuki sosyalizmin bu sorunla kapitalizmden daha çok ilgilenmesi gerekir. Sosyalist bireyin tanımlanması doğru yapılıp gerçekleştirilmedikçe, kurulacak toplumun ve oluşturulacak uygarlığın ölçüleri anlaşılmaz kalır. Çünkü bir rejimin gerçek değeri, en çok yarattığı birey türünde karakterize edilir veya en değerli varlık olarak insanın merkez alınmasını gerektirir. Bundan daha değerli hiçbir ölçü olamaz. Hele özgürlük konusunda en ilerisini temsil ettiğini iddia eden bir sistem için, bundan daha sağlam ve kutsal bir ölçü olduğundan bahsedilemez. Reel sosyalizmin en çok kaybettiği alanın bireysellik olması tesadüf değildir. Çünkü en büyük gafleti, eğer bahsedilecekse ihaneti ve haksızlığı en çok birey ve insan konusunda göstermiştir. Tüm kusurlarına rağmen reel sosyalizme göre kapitalizm adeta bağrına koşarcasına tercih edilmişse, hiç şüphesiz bu, ne kadar haklı olarak eleştirilse de, birey ve bireysel haklar konusunda hassas davranması ve bazı ölçüleri somut kılmış olması nedeniyledir. Birey özgürlüğü sadece kapitalizme bırakılmayacak sorunların başında gelmektedir. Kaldı ki, kapitalizm bile ortaçağdan çıkışta ve Rönesans’la yeniden doğuşta, kendini tanımaya başlayan bireyi öne çıkarmakla güç toplamaya başlamıştır. Bu konuda net olmak büyük önem taşır.
Bireysellik ayrı, bireycilik ayrı konulardır. Bireyselleşme ne kadar önemliyse, bireycilik de o kadar sakınılması gereken bir özelliktir. Kapitalizm bireysellikten bireyciliği çıkarmıştır. İkisi çok farklı sonuçlara yol açar. Bireyselleşmeden, sosyalistleşme olmaz. Ortaçağdan kalma feodal kişilikle veya onunla iç içe bireyci kapitalist kişilikle ne tutarlı demokrat ne de sosyalist olunur. Bireysel olmak çok kapsamlı bir konudur. Batı uygarlığı bu konuda kat ettiği mesafeyle büyük ilerleme kaydetmiştir. Bireysel olma, her şeyden önce yüz binlerce yıl her türlü yöntem kullanılarak ucu bucağı belli olmayan bir toplumsallık içinde gerçekleşen erimeyi sorgulamayla başlar. Nereye kadar toplumsallık gerekli ve yararlıdır, nerede anlamsız ve sakıncalıdır sorularına yanıt aramak önem taşır. ‘Sonuna kadar toplumun, kabile veya aşiretin, din toplumu veya laikliğin üyesi olmak ne kazandırır, ne kaybettirir’ sorularına verilecek yanıtlar, bireyselleşmenin önemini daha gerçekçi ortaya koyacaktır. Buna köleci sistemin verdiği yanıt; gölgesine bile sahip çıkamayacak, kral öldüğünde onunla canlı olarak aynı mezara gömülecek kadar kendisinin olmaktan çıkarılmış, aslında yok edilmiş bir bireydir. Köleci toplumsallık birey iradesini bu kadar kırarak, basit bir araç, mülkiyet konusu bir maddi varlık haline getirmiştir. Feodal çağ ve toplum bu kölelik düzeyini yumuşatmıştır. Birey, gölgesine sahip çıkabilecek kadar kendisinin olmuştur. Belki gülünç karşılanabilir ama, bu önemli bir gelişmedir. Unutmamak gerekir ki, sultanlar bile kendilerine “Zıl-ul-Allah”, Allah’ın gölgesi lakabını takarlardı.
Dogmatizmin egemenliği çok güçlüdür. İnsanın kaderi daha doğmadan kararlaştırılmıştır. Derin bir kadercilik, zihniyeti ve ruhu felç etmiştir. ‘Hiç düşünmeye, yaratmaya gerek yoktur. Ne de olsa yüce irade her şeyi önceden kararlaştırmıştır. Boşuna çabalamaya gerek yoktur. Yazılan, başa gelir. Tanrı ne kısmet etmişse o kazanılır.’ İşte özellikle Ortadoğu uygarlığının tutuculaştığı dönemde öldürücü bir etkiye yol açan kadercilik böyle doğmuştur. Aslında bu anlayış Eflatun felsefesinin teoloji (tanrı bilgisi) haline getirilmesiyle ortaya çıkmıştır. İslamiyet ve Hıristiyanlık adına, çok sonraları teolojinin, yani tanrı iradesinin bir gereği olarak değerlendirilerek, ilk fikirler, ilk “idea”lar dogma olup çıkmıştır. Ama binlerce yıl insanlığın zihnini dondurup ruhunu aylaklığa hazırlama da en öldürücü etkiye yol açmıştır. Dogmatizmin özü böyledir. Batı bireyselliği ortaya çıkarken, kilisenin bu dogmasıyla amansız bir savaş vermiştir. Dönemlerine göre ilerici bir rol oynayan Aristo ve Eflatun felsefeleri, bu dönemde kilise ve cami yoluyla adeta insanları teslim alma amacı uğruna basmakalıp kör inanç dogmaları haline getirilmiştir. Bilimsel yöntemin gelişmesi ve Rönesans’ın doğuşuyla bu dogmatizm sınırlı da olsa aşılmıştır. İnsanlık adeta bendini yırtan baraj gibi dogmaların etkisini yırtıp dünyaya sarılmaya, yaratıcı olmaya, sevmeye, kendisinin olmaya başlamıştır. Kapitalizm bu bireyselleşmenin gü cüyle topluma karşı bireycilik silahını kullanarak büyük bir açılımı gerçekleştirmiştir. Bu sefer öyle bir bireycilik gelişmiştir ki, bu bireyciliği durdurmak sorun haline gelmiş, kral-tanrı bir iken bin olmuştur. Bir uçtan diğerine savrulma gerçekleşmiştir. Ama yine de gerçekleşen, insanlık tarihinin en büyük devrimlerinden biridir.
Her tür dogmanın, yapma tanrıların gölgesinden kurtulan birey öyle bir hız kazanmıştır ki, bu sefer bireyciliği, karın çılgınlaştırdığı kapitalisti sınırlandırmak büyük sorun haline gelmiştir. Denge kaybedilmiştir. Karşı tedbire şiddetle ihtiyaç vardır. Yoksa kapitalist bireycilikle yüz binlerce yılların atomize olmuş emeğinin ifadesi olan toplumsallık havaya uçurulacaktır. Toplumsallık bu noktada vazgeçilmez bir tarihsel ihtiyaç haline gelir. Sosyalist düşüncenin ve bilimsel sosyalist teorinin gelişimi bu tarihi ihtiyacın ürünüdür. Dar sınıf yaklaşımı aşıldığında, aslında tarihi rolünü tüm toplum adına kapitalizme karşı bu noktada oynayacak; insanlığın hayati çıkarları uğruna kapitalist bireyciliğe karşı dur deme gücünü ifade edecektir. Fakat bu noktada bireyciliğe ve karcılığa haklı olarak gösterilen tepki, bireyselliğin önemini göz ardı etmeyi beraberinde getirdi. Özellikle reel sosyalizm bireyselleşmeyi Batı uygarlığının bir propaganda oyunu gibi gördü. Bireyselleşme ve insan hakları konusunu bir ideolojik saldırı konusu yaparak, kendini savunma ve bu kavramlara karşı sıkı tedbirler alma gereğini duydu. Bu tutum reel sosyalizmin bireyselleşme ve bireysel haklar temelinde çözülmesinin en önemli nedenlerindendir. Sonuncu darbeyi bu alanda yiyerek çözülme süreci daha da hızlanmıştır.
Reel sosyalizm eleştirilerini birçok farklı noktada daha da geliştirmek mümkündür. Tanımlama düzeyinde taslak düşünceler olarak yapılmaya çalışılan bu eleştirilerin amacı, şüphesiz sosyalist birey ve toplum tanımını açıklığa kavuşturmaktır. Olumsuz yanları kadar, tarihin çağ dönüşümünü bir ütopya olmaktan çıkarıp pratik bir sorun haline getirmektir. Çözülme süreci nelerin yanlış olduğunu ortaya koyarken, doğruların neler olması gerektiğini de aydınlatmıştır. Yıkılan, güçlü tarihsel temeli bulunan ütopyacılık ve ikiz kardeşi kaba materyalist felsefedir. İki yaklaşımın da bilimsel sosyalizmin ifadesi olmayacağı açıktır. Tersine, bilimsel sosyalizm her tür dogmatik ütopyacılığı aştıkça ve diyalektik materyalist felsefeyi kaba materyalizmden arındırdıkça, insanlık için yeni uygarlıksal çıkış yolunda vazgeçilmez eylem ve yaşam kılavuzu olarak ideolojik kimliği daha yetkin ve uygulanabilir bir biçimde kurabilecektir. Yeni ideolojik kimlikte bireysellikle toplumsallık, özgürlükle eşitlik tekniğin sunduğu olanaklar temelinde dengelenerek, amaçlanan toplumsal dönüşümler bu sefer daha kalıcı olarak yeni uygarlıksal çıkıştaki rolünü oynayacaktır.
Bu rolünü, çağdaş demokratik uygarlık sürecinin sol kanadına güçlü bir biçimde oturarak gerçekleştirecektir. Çağdaş demokratik uygarlık yaşanmadan, gerekleri yerine getirilmeden, her zaman insanlığın yüce ülküsü olan “yeteneğine göre ve ihtiyacı kadar” şiarının gerçekleşmeyeceğini bilerek, sonuna kadar demokratik uygarlığın varlığına inanacak, gereklerini yerine getirecek ve bilimsel sosyalizmin zaferini kesinleştirecektir.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER