KÜRT AŞKI - 27. BÖLÜM
Ben Özgürlük Aşkıyım
Adı bir parti, ama tepeden tırnağa yeni bir yaşam.
Yaşamdan da öte çoktan kaybedilmiş, gerekçesi kalmamış, amacı kalmamış, gücü-kuvveti kalmamış, anısı bile belleklerden tamamen silinmiş, en benim diyenlerin bile onu gerçekleştirmek için bir türlü adım atmadığı bir umut savaşı sürüp gidiyor.
Herkesin bir türküsü vardır, bizim de türkümüz budur. Herkesin bir şarkısı, bir ezgisi vardır. O havaya kendini kaptırır yaşar gider, bizim de türkümüz böyledir. Giderek süreklileşiyor, derinleşiyor, dinliyor, dinletiyor, sürüp gidiyor. Trajik olduğu kadar komik, acı olduğu kadar zevkli, bitirdiği kadar yaşatan bir yaşam türküsü...
En eskilerinden en yenilerine kadar ilgileriniz, yaklaşımlarınız ve attığınız adımlar belli ölçüde benim için de geçerlidir. Bu adımların niteliğine, nasılına ilişkin bazı şeyler bilinse bile, gerekleri yerine getirilmekten çok uzak ve bu uzaklık da ölüm oluyor, acı oluyor. Yaşanmamışın yaşanmamışı olarak kişiliğinizde gerçekleşiyor.
Burada, suçlu sensin, odur, demiyorum.
Suçlu, tarihin derinliklerinde gizli, çoktan ölüp gitmiş.
Suçlu, gelecekte gizli, pusuda saklı bekliyor. Suçlu senin içinde, belki orada seni vuruyor. Belki de en açıkta olan en kolay suçludur ve ondan kurtulmak mümkündür. Ama kendini binbir kılıfla gizlemiş ve her sözde ve her davranışta kendisini hissettiren ve bitirten düşmanla başetmek en zoru oluyor.
Evet, sizdeki düşmanla başetmek en zoru oluyor. Bunlar zayıflıktır, bunlar iradesizliktir, bunlar anlayış keskinliğinden uzaklıktır, bunlar atılması gereken adımdan uzaklıktır, bunlar beklenmedik bir yerde kendini bitirmektir, bunlar belki de anlayamadığınız her adım atışınızda başımıza bela olabilen sizlerden bir parçadır.
Neden böyle? Bir toplum, bir halk, bir insan ki düşmanın sınırsız, yalnız işgal, ilhak, sömürgeleştirme değil, yalnız ülkesini ve toplumsal gerçekliğini teslim alması da değil, herhangi bir köleleştirme de değil, bunun da ötesinde bir uygulamayı, sadece zorla değil, bir de gönülden kendini kaptırırsan seni tanımlamak çok zor, seni çözmek çok zor, seni insan kılmak çok zor. Seni yaşatmak, anlamlıca, güzelce çok zor. İşte bu gerçekliğin neresindesiniz? Hiç kimse “ben bundan az çok kendimi kurtardım” iddiasında bulunamaz. Çünkü lanetlilik denilen olay o kadar kolay değil. Tarihte birçok insan grubunun başına gelen belki de çağımızda en katmerli bir biçimde bizim başımızda, bizim yüreğimizde kasıp kavurarak, yok edip gidiyor, götürüyor.
Bu savaş bir anlamda bunun kızgın etkisi altında bazı hisleri ayaklandırmaktır, mümkünse canlandırmaktır. Ölümcül bir hastalık halindeyse de öldürmektir. Çünkü böyle inlemeli ve felçli yaşamanın tıbben bile uygun görülmediği anlaşılmalıdır. Bu anlamda PKK denilen olayı, herhangi bir ideolojik, siyasi ve askeri olarak kendini yürüten bir siyasal kuvvet olarak görmek çok yüzeysel bir yaklaşımdır. Belki de bunlar işin biçim kısımları, koruyucu kabuklarıdır. Öz çok daha belirleyici oluyor veya öze ulaşmak öncelikli ve gerekli olandır. Bırakalım öze ulaşmayı, kaba çizgi olayında bile askeri doğrularda ısrar, anlam verme ile çelişkileriniz çok açık. Ölür müsünüz-yaşar mısınız bu çizgide kesin değil. Kararınız ölüm kararı mı, yaşam kararı mı? Bu da kesin değil.
Bir karar geliştirmek istedik.
Olacaksa bir yaşam ya onurlu, özgürce, ya da hiç olmayacak...
Bu iddiamı, bu tezimi hala sürdürüyorum. Çok iyi biliyorum ki, bu benim için olduğu kadar, bütün toplum ve hatta insanlığın temel ideallerine göre davranmak isteyen herkes için geçerlidir. Olmazsa onuruyla, olmazsa asgari gerekli olan şartlarıyla. Varsın hiç olmasın PKK olayında, ama karar böyledir. PKK olayında karara ulaşmak çoğunuzun gerçekleştiremediği bir durumdur.
Öze göre nasıl bir insan, insan yaşamına dair nasıl bir karar verilmiştir? Verilen kararlar yanlışlıklarla dolu veya çok gevşektir. Kesinlikle uzaktır ve bu PKK savaşımında her türlü trajik, hiç beklenmedik bütün kayıpların -eğer tarih karşısındaki sorumluluğumuzda biraz gerekeni yapmasaydım- bütün bu yetmezliklerinizin çok kısa sürede veya olası düşman hamlesinde bile yerle bir, hatta kendi geriliklerinizin sınırlı bir etkisi altında sizi her an bitirdiğine tanığız.
Peki, ne olacak PKK kararlılığı, PKK’nin gerçekliğine göre nasıl verilecek?
20. yıl da esas itibariyle doğru bir PKK’lileşme ve karar yılıdır.
Bunun için var mı kendinize saygınız, ciddiyetiniz, gücünüz ve en önemlisi de karar gücünüz? Çünkü bu, en çetrefilli bir siyasi karardır. En amansız savaş kararıdır, en görkemli özgür yaşam kararıdır. İkiyüzlülükten, kendinizi kandırmaktan vazgeçmeye var mısınız, tutarlı mısınız? Başarı tarzına göre, düzen tarzına göre karara var mısınız? Kendini kandırmadan ve gerçekten olacaksa yaşam, bu karara göre olacak diyecek kadar emin misiniz? Kararda zorlama olamaz, yalvarma hele hiç olamaz. Bütün şehitler adına da and içiyoruz ki, bu kararın yoğunca yaşadığınız bireycilikle, çok küçük amaçlarla ve her adımda neredeyse bir parçanın kaybedildiği gerçekliğinizle hiç mi hiç bağlantısı olamaz.
Kararda aldanmak, aldatmak bütün kaybediş süreçlerinin esasıdır. Sadece yanlış katılım, yanlış yaşamak değil, daha tehlikelisi bu geçen yıllara sığdırıldı. Şunu hemen belirtelim ki; bütün dürüst insanların ve hatta o çocukların hepsinin iyi niyeti ve hatta bütün savaşların karşıt güçlerini de bir araya getirsek, bütün tarihi bu temelde incelersek, çözemeyeceğimiz, anlam veremeyeceğimiz gariplikler, terslikler, yanlışlıklar, ihanetler, komplolar, inanılmaz düzeyde kendini bu tarih içinde bir kez daha ortaya koyuyor. Bir değil, bir yer de değil, binlerce ve her yerde ve hemen herkeste düşmanın bile çok özel yöntemlerle geliştiremeyeceği, vuramayacağı bir biçimde kendi öz kararını boşa çıkarma, sonuna kadar başarısızlığa yol açma gibi tutumlar müthiş sergileniyor. Bu tarih biraz da bunun tarihi oluyor.
Kendime soruyorum: Neden, niçin ve nasıl böyle oluyor? Bunlar kimdir? Hiç de bilimsel değerlendirmelerden kendimi alıkoymak istemiyor olmama rağmen ve yine bütün üslubum bilimsellikle yürümesine rağmen, artık “bunları doğuran gerçeklik” diyorum. Burada bir ahlaki, bir hissi söylemi geliştirmekten kendimi alıkoyamıyorum. Çünkü siyaset ve askerlik bilimiyle izah edemiyorsun. Bu kadar mı bu insanlar? Yanlış doğdu, yanlış büyüdü diye çok söyledik son dönemlerde. “Bir insana kaybettirilir, bu kadar mı kaybettirilir? Bir insan yanlış yapar, bu kadar mı yapar? Bir insan doğrular karşısında iddiasız olur da bu kadar mı olur? Sessiz olur, bu kadar mı olur? Yılanlardan daha tehlikeli yanlışlarla bu kadar mı yatılır, kalkılır? Yaşamı tamamen tehdit eden bütün oldu-bittileri nasıl kabul eder?” diye sorup duruyorum.
Keşke suçlanacak kadar güçlü olsaydınız, o da yok. Siyasi-askeri açıdan sadece ağlanılacak kişilikler, çocukça olmaktan da öteye kendini kandıran kişilikler ne kadar çıktı? Nerede kaldı yiğitlik, nerede kaldı keskin anlayış sahipleri, nerede hani “meydan bulsam da savaşmak istiyorum” diyenler? Arıyorum bir adam bulamıyorum. Şimdi umuttan mı kesileceğim? Hayır. Başından beri çıkışımı hatırladığımda, kimselere güvendiğim için değil, güvenmediğim için başladım kendimle. Kabul ettiğim için değil, reddettiğim için başladım. Dayanak bulduğum için değil, tek başına kaldığım için başladım, bunda ısrarlıyım ve devam ediyorum. Bu umudun gerçekliği ne kadar ona ters de olsa, güzellik, çirkinlik ne kadar yaygın ve umuda hiç şans vermese de, doğrular neden çoktan yitirilmiş, yanlışlıklar diz boyu da olsa bütün bunlara inat, olacak dedim.
Bu sorun, adım attığım ilk günde olduğu gibi, şimdi de benden kaynaklanmıyor, aslında sizden de kaynaklanmıyor. Öyle bir tarih ve öyle bir günün geçerli yaşamı ki... Siz derken acaba kimsiniz, herhangi bir özelliğiniz var mı diye soruyorum ve “yüklenme bu kızlara, erkeklere” diyorum. “Bunların herhangi ciddi bir özelliği yok, verdiğim bazı doğrularla sadece iyi niyetlice yürürler, o kadar. Yaratıcılıkmış, savaşçı ustalığıymış, arama bu çocuklarda.” Ardındaki halk gücü daha derbeder, kimliksizlik daha da gelişmiştir.
Savaşta zafer, yaşamda özgürlük...
Bu, her zamankinden daha yakındır. Çünkü, özgürlük tanımı ve özgürlüğe bağlanma doğru yapılmışsa, herhalde bütün geri insanlık bir yana, o tek özgür kişilik bir yana. Kazanacak olan o büyük özgürlük adına olandır. Buna inanıyorum.
Şunun için söylüyorum: Sizin de böyle özlemleriniz, özgür olma istemleriniz var. Bu, kendinizi bireycilikle şaşırttığınız gibi bir özgürlük değildir. Son süreçlerde gelişen savaş, hatta özgür yaşam imkânlarıyla yaptığınız karşılaşma, özgürlüğün ve savaşın canına okumaktır. Savaş ve özgürlük bağlantısını tersine çevirmektir. Savaşta düşüş, özgürlükten kopuş, savaştan kaçış, özgürlükte köleci bireyciliğe dönüş veya o çok zor olan bazı özgürlük imkânlarını çok kötü bir bireycilikle tüketiş, bu tarihi hatayı yapmak size göre belki bir adım ileridir. Ama özgürlük savaşı söz konusu olduğunda en tehlikeli dayatmayı büyük bir gafletle yaşamaktan çekinmediniz. Var mıydı sizde yürek? Bunu kim size söyledi? Ucu, sınırı ve sayısı belli olmayan düşmanlardan yoruldunuz. Elinizden başka ne gelebilir ki? “Bir tek doğruya ben varım” bile demek, gerçekten mumla arasam da bulamadığım bir gerçeklik. Bundan hiç yılmıyorum. Bütün bu dayatmaları kendim için, savaşın daha da tahrik edilmesi olarak değerlendiriyorum.
Burada üzüldüğüm, acıdığım kendi savaş zorluklarım değil, sizin talihsizlikleriniz, zavallı hallerinizdir. Beklenmedik yerlerde ölümleriniz; hiçbir şey yapamamış yirmisinde, otuzunda, ona üzülüyorum. En “kendimi yaşıyorum” dediğiniz noktadaki yaşamamışlığınıza üzülüyorum. İşte bunu aşmak istiyorum. Engel kim biliyor musunuz? En çok da aşmaya muhtaç olan kendinizsiniz. Buna rağmen neden savaşta zafer, yaşamda özgürlük imkânı gelişmekten geri kalmıyor? Biz savaştırma tarzına sahip olurken, ne kadar gaflet, ihanet olsa da içten ve dıştan her türlü boşa çıkarıcı dayatmalar eksik olmasa da, bizim sistemde bizim savaş kaybetmez. Düşman ne kadar vurdum da dese ve sizler ne kadar çok yüzeysel “daraldım-tıkandım” da deseniz, her şey bizim tarza göre çalışır.
Bizim savaşta siz hiçbir şey yapamazsınız.
Çünkü ilahlar böyle buyurdu.
Savaş tanrısı bunu böyle söylüyor:
Ölen siz olacaksınız, kazanan savaş olacak. Ölen sizin yaşamınız olacaktır, kazanan özgür yaşam olacaktır.
Kandırılan bizim savaş tarzımız değil, ipe sapa gelmez tutumlarınız, davranışlarınızdır. Düşmanımız birey olarak da bizi hiçbir zaman anlamadı ve hala ne kadar anlamaya çalıştığı da belli değil. Tıpkı sizler gibi, fakat yanlış. Bana kaybettirmedi, ama kaybeden benden daha fazla düşmandır ve biraz da yanlış yaklaşımların sahibi partililer, savaşçılardır.
Bu, şu anlama geliyor: İşlerle oynanmaz. Çokça içine gömüldüğünüz sözüm ona duygulanmalarınız ve lakırdılarınızla ne bu savaş verilir, ne de bizim önderlik ettiğimiz savaşa zarar verirsiniz. Ne komutan olursunuz, ne savaşçısı. Sadece kandırılanlar olursunuz. Nitekim düşmanla sadece yanlış bir diyalektik bağ temelinde çarpışır sonunda çözülürsünüz. Sizi çözerim, düşmanı çözerim, olan biraz da budur. Bundan dolayı mümkünse doğrulara gelin, varsa kendinize bir saygınlığınız, doğrulara ulaşmakta cesur olun.
Yargılanmaya kendinizi tabi tutacak bir gücünüz olacaksa iyi, ama en kötüsü de doğruların canına okumuşsunuz. Keşke bir gücünüz olsaydı da hesabını verebilseydiniz. Daha kötüsü hesap veremeyecek kadar güçsüz, zavallısınız. Dikkat edin, fazla bir şey istemiyoruz. Yanlışlıklarınıza sahip çıkacak kadar güçlü, hatta canımıza okuyacak kadar güçlü olsaydınız, bu bile ileri bir adım olurdu. Bu da yok! İşte, acı olan da budur. Neden böyle oluyor? O çokça vurguladığınız gibi yanlışlıklarda ısrar. Hiç burada art niyet aramıyorum, çok kasıtlı yapıyorsunuz da demiyorum. Bu, düşmanın bin yıllardan beri oluşturduğu lanetli toplumsal gerçekliğin, yaşamın bütün gerekli olan vazgeçilmez gereklerinin, artık bütün yöntemlerle biraz kazanabilinmesi.
Savaşta zafer, yaşamda özgürlük imkânları artıyor, dedik.
Bunu anlamaya ve bununla kendinizi büyütmeye çalışın. Tek çıkar yol budur. Belki sizin anladığınız, bütün o tarih boyunca köle ordularının, padişah ordularının, burjuva ordularının tarzını biz size uygulamıyoruz, uygulamayacağız. Ama bu demek değildir ki tarzda şiddet yok, tarzda biçim yok. Var, hem de fazlasıyla. Bu özgürlük temelinde, gönüllülük temelindedir. Başka türlüsüne ideolojimiz gereği, yaratmak istediğimiz dünyamız gereği tenezzül etmeyiz. Siz ne kadar bunu kanıksamak isterseniz, “biz vurulmadan düzelmeyiz, dövülmesek düzelmeyiz” deseniz de, biz bunu insana yakıştırmayız. Bizim insanı ele alış tarzımız beklentilere göre olamaz. Ama siz diyeceksiniz ki o zaman “biz şımardıkça şımaracağız.” İşte, o zaman kaybedersiniz.
Bütün bu imkânlar sadece büyük disiplin gücüne ulaşmanız ve olgunlaşmanız içindir. Yoksa şımarmanız için değil, yoksa çocuklaşmak için değil, keskinleşmek içindir. Gevşemek için değil, doğruların egemenliği içindir, yanlışlarda tırmanmak için değildir. Alışagelmişsiniz, “ancak sert baskılar ortamında kendimize çekidüzen veririz. Bu özgürlük ortamında keyfiliği sınır tanımaz biçimlere büründüreceğiz.” İşte örneklerini görüyorsunuz, en eskisi, “en benim” diyenlerin durumlarını. Ben mi “böyle yapsınlar” dedim? Hayır, onlar özgürlüğü yanlış değerlendirdiler. Partinin yüce, kutsal emeklerini çok kötü bireyselleştirdiler ve şimdi hiçbirisi hesap veremiyor. Kırk yaşına gelmişler, ama kendilerini iki kelimeyle bile savunamayacak durumdalar. Gittikçe birçoğunuz için bu bir kader haline geliyor. İyi niyetlisi olmadık yerde son nefesini veriyor, kalanı da hesap veremeyecek kadar zavallı ve acınacak bir kişi olarak karşımıza çıkıyor. Bu doğru mudur? Bu arzulanır mıdır? Değilse, o zaman neden?
Bakın, hemen her şeyin en önde gelen sorumlusu olarak söylüyorum; bir şeyler anlamalısınız, kitapları anlayamıyorsanız, halkların savaşını anlayamıyorsanız, dünyadan bir şey anlayamıyorsanız bizim bir yalın hikâyemiz var, onu anlayın ve yaşamın imkânını görün. Çünkü bu ülkede başka türlüsü olmuyor. Başka türlü bir yaprak gibi esmeye düşman fırsat verdirmiyor. Hıyanetten başka, gafletten başka, düşüşten başka hiçbir şey yok. O halde bu hikâyeyi iyi öğrenin. Teoriden, siyasetin dilinden anlamıyorsanız, halkların savaş deneyimlerinin ifadesi olarak askerlik biliminden de anlayamıyorsanız ben size basit bir hikâye sundum. Kendi yaşam, savaş, mücadele gerçekliğimden bir şeyler söyledim, onu anlayın.
Anlayabilmek için gönül duyarlılığı gerekli.
Eğer gönül çok şımartılmış ve anlayış diye bir şey kalmamışsa, her şeye boş ver, her şeye bir bilgisizlik altında yaklaşılıyorsa, siz hikâyeyi kırk defa da okusanız anlayamazsınız. Bu yaşanıyor, ama çok yanlış. Ne zaman anlama gücüne ulaşacaksınız, basit bir hikâyeyi? Anlamazsanız hiçbir yere varamazsınız ve artık eskisi kadar sizi bu partiye, onun savaşımına katmaya da ilgimiz olmuyor. Bu gidişe son vermek istiyoruz. Bu tarzınıza, bu yürüyüşe dur demek istiyorum.
Savaş diyorsunuz; silahı çoktan omuzlamışsınız, peki, nerede bunun gerekleri? Nerede bunun sıradan bir hitabı? Sıradan bir toplantısı, sıradan bazı doğruları birbirlerine dayatma?
Yüzyıllardan kalma veya daha çok düşmanın silikleştirmek için size verdiği bazı şekillendirmelerle; bana göre çok kötü bir boya fırçası gibi kişilik özellikleriyle yaşayabileceğinizi sanıyorsunuz. Olmaz bu söylediğiniz şeyler, lakırdı cinsindendir. Giydiğiniz elbiseler kötü bir tiyatronun kılık-kıyafetinden farksız. Değil bu müthiş savaşa göre öz-biçim kazanmak, çok komik bir tiyatronun değişik bir biçimi oynanıyor. Aşar mısınız, vazgeçer misiniz diyeceğim, ama örnekler beni biraz zorluyor. Yapabildiğin kadar konuş diyorum, yapamıyor. Konuşabildiğin kadar yap... Bunu da sağlayamıyor. Yaklaşma, defol git! Yediğin yaptığın yeter, bir köşeye çekil, onu da yapamıyor. En basit bir doğruya göre şekil al, söz kazan, onu da yapamıyor. Bu, “ben tam bir belayım, tam bir serseriyim veya bir çaresizim” demektir. Böyle kalmak doğru mu veya mümkün müdür?
Gerçeği vurguladım:
Ben bu kişilikten, bu dayatmalardan yedi yaşımdan beri bağımı koparmışım. Bütün insanlardan bu temelde kopmuşum. Sen geleceksin büyük çizgi adımlarını, örgüt adımlarını attıktan sonra bana bu oyunları oynayacaksın. Her zaman söylerim; ben bu tip lümpenlerden, serserilerden kaçtım ve örgüt oluşturdum. Benim örgüt oluşturmamın özünde bu yatar. Yani yaşayabileceğim bir ortam. Herkesin bir evi var ya, benim de evim örgüt ortamıdır.
Şimdi yavuz hırsız misali seni rahat bırakmayız diyor arkadaşlarımız, en üstten en alta kadar. Evi kurduk, büyük emekle kırk yıldır. Haydi siz de içinde yaşayın, ama bırak biz de yaşayalım. Yok, harabeye çevireceğiz. Yavuz hırsız misali işte. “Aldığın senin olsun” diyorum, bırak geri kalanını biz kullanalım. Yok diyor, “hepsini alacağım.” Evet, içinizden en gelişmiş olanların yaptığı bundan başka bir şey değil. Diğeri de evin kölesi. Hani bu ev özgürlük eviydi? Büyük bir kısmı da hain, toplumdaki oyunun diğer bir parçası, yani köle. Her şey çalınıyor, her şeyin canına okunuyor, ilgisi bile yok.
Bu evden bizi kaçırtmak istiyorsunuz. İşte, bunun için orduyu geliştirmek istedik. Haydi parti evi yetmiyor dedim, daha kızgın, daha sert bir ordu evi yapalım dedik. Ordu yaşamı; orada da sıradan bir hırsızlık değil, çalma da değil, canına okuma gelişiyor. Çünkü orada çalınan candır, can gidiyor. Partide belki örgüt gider, belki yetki gider, belki sorumluluk gider, ama orduda el attığın her şey cana mal olur.
Bu, düşmanın yüzyıllardan beri oynattığı bir oyundur. Boyun eğdik mi? Hayır! Dediğiniz gibi oluyor mu? Hayır! Kim hırpalandı? Sizler! Kim daha çok kaptırıldı, canına okundu? Sizlerin! Onun için kiminin şu, kiminin bu düzeyde yaşadığı bu oyuna son verir misiniz, canınız ister mi son vermeye? Devam ederseniz çok açık bilmek gerekir ki; bu oyunun başrol oyuncusu herhalde sizin küçük oyunlarınıza düşemeyecek kadar tecrübelidir. Acaba bunu anlayabilecek misiniz? Anlamazsanız ne olur? Kaybedersiniz! Bu bir korkutma değil, bu, sizin aleyhinize olan bir kumar. Zar attıkça hep kaybediyorsunuz. Bütünüyle kaybetmenize son vermeniz için PKK’deki, savaştaki, ordudaki katılımınıza, oynamanıza derinden bir tarz temelinde son verin.
Umutlu olun, doğrular var, doğruların başarısı var.
Zor da gelse size, doğrularda ısrar edin.
Toplumun bir özelliği var: Kaybettiği için, çok yoksullaştırıldığı için, çok küçültüldüğü için “balonlaşma” tarzını dener. Hiçbir doğrusu yoktur. En büyük Allah’tır der, aslında Allah’ı hiç anlamayanın ta kendisidir. En çok Allah’a inanmışı söyler, ama inancı hiç olmayanın biridir. Nasılsın dersin, iyiyim der. Aslında hiç iyi olmayanın birincisidir. Burada büyük yalan var. Kendisini herkesten daha güzel sayar, ama dünyadaki çirkinlikte birincidir. Hep böyledir, olmaması gerekende öndedir.
Bu bir abartma kişiliği, bu kendini kandırma kişiliğidir. Yalnız toplumda olsaydı, çare partidir diyorduk. Şimdi en tehlikelisi parti içinde. Daha da tehlikelisi ordu içinde oluyor. Bütün günlük örnekler şunu gösteriyor: Benim kırk yıllık emeğim yetmiyor. Bir halk, en yoksul bir halk gerçekten nesi varsa sunduğu yetmiyor. Savaşta canını göz kırpmadan veren de yetmiyor. Sahte komutanlıktan bahsediyorum. Bütün savaşta yaptığı, parti açısından zaten öncü olmaktan çıkmış, hiçbir zaman partili olamamış, komutanlıkta sözüm ona dikiş tutturmuş, onda da yanlış üstüne yanlış yapmış. Bütün bu saydığım değerlerin temelinde en başta bizim yarattığımız fedakârlık, cesaret ruhu ve binbir inceliklerle geliştirdiğimiz bir parti örgütü ve o örgütün, işte ulaştırdığı bazı savaşçılar bir gelişmeye yol açıyorlar. Ama bütün komutanlarımız savaşçıların canına okumuş. Bütün kazanma olanaklarının canına okumuş, ama bir numaralı askeri komutan kesiliyor. Biraz insaf! Kendi emeğimi bir tarafa bırakıyorum. Orada daha kanı yerde olan savaşçılar var. Onun, senin başarında hiçbir değeri yok mu? Senin eline o silahı veren, seni sen yapan bir yığın çaba var. Onların hiç mi payı yok? Hayır! Yani bencillik o kadar güçlü ki, örneğini bulamıyoruz tarihte. Zaten bir yığın ünlü komutandan hiç bahsetmek istemiyorum.
Karşımızda bir Kemalizm ve onun önderi Mustafa Kemal var. Yaptıkları için şunu söyler: “Aziz Türk ulusunun sayesinde...” Bütün konuşmalarında bu cümleler var. Ama bizim komutana bak; “yaptığım bu en büyük çalışma benim sayemde” der. Halk yok, parti yok, önderlik yok. Varsa da en yalancı tarzda. Elbette bunlar yeni bir hastalığı ifade ediyor. Abartmanın da ötesinde tam bir psikopatlık sürüp gidiyor. Tıpkı bir kanser hastalığı gibi. Bununla bir yere varılmaz, bir ordu olmaz, savaşı da zafer olmaz. Çok çaba harcıyoruz, yapma diyoruz, yanlışlıkların diz boyu. Kabul de ediyor. “Doğrudur, hepsi yanlış, söylediklerim de yalan” diyor, fakat iki saniye sonra yine o tutumda ısrar. Şimdi ne yapacaksınız bunları?
Daha somut olarak, bu 20. yıl vesilesiyle, demek bir çocuk doğarsa bile yirmi yaşına geldiğinde parti kurabilir. Savaşı da zafere götürebilir, öyle bir yaştır. İnsanlar için böyle olduğu gibi, örgütler için de, ordular için de böyledir. Yani bir savaşı, hele çağdaş bir halk savaşını başarıya götürebilmek için yirmi yıl fazladır.
Örneğin, Çin halk savaşı yirmi yıldan az bir zamanda gerçekleşti. Büyük Vietnam savaşının hazırlanışı ve sonuçlanışı on yıl içinde gerçekleşmiştir. Türk Milli Kurtuluş Savaşı bir buçuk yıldır. Bütün Afrika’daki savaşlar beş-on yıldan azdır. Küba yine iki yıldır. Bazıları bir ayaklanmayla kazanılmıştır. Ekim Devrimi bir-iki ayaklanmayla kazanılmıştır. Birinci Dünya Savaşı dört yıl sürmüştür. İkinci Dünya Savaşı beş yıl sürmüştür. Kaybeden kaybetmiştir, kazanan kazanmıştır. Bir de kazanmayanlar, kazanılmayan savaşlar vardır. Bunlar sürüncemede kalan savaşlardır. İşte Filistin-İsrail savaşı, işte Güney Kürdistan’daki savaş, çözümsüz, sürüncemede kalan savaşlardır. Bunun gibi birçok sürüncemede kalmış, denge durumunda veya düşmanı tarafından yenilgiye uğratılmış savaşlar var. Şimdi ister yenen adına, ister yenilen adına süreç böyledir. Sürüncemede kalan savaşların şöyle bir özelliği vardır: Yenişemezler, geri çekilirler veya tıkanır çürür giderler. Artık adları anılmaz olur.
Şimdi bu gerçekler temelinde, kendi savaşımıza anlam vermeye çalışalım: Bizim savaşın, PKK’nin resmi ilan edilişinin bir öncesi de vardır. Benim savaşımımı sorarsanız, kendimi tanıdığımdan beri siyasi olarak savaştım. En az kırk yıla kadar giden bir mazisi vardır. Yalnız sizin resmen tanıdığınızı veya PKK adı altında yapılanlara bakarsak, işte 25. yılına girişi var. Ama derseniz, resmen ilan edilmiş olarak haydi 20. yılına girdi dersek, bu savaşın aslında ya kaybedilmesi gerekiyordu, ya kazanılması.
Ne tam kaybettik, ne tam kazandık.
Kaybetmenin de eli kulağındadır, kazanmanın da. Hangi nedenler bunu bu hale getirdi? Bu tehlikeli bir durumdur. Yirmi yılın içinde mutlaka ya yenilerek, ya kazanılarak halledilmesi gereken bir olay, şimdi kritik bir aşamada. En çarpıcı soru şimdi budur. Bu soruya hiç olmazsa, bu yirmi yılın tecrübesine dayanarak doğru bir cevabı vermeniz gerekir. Yenilgi adınaysa da, kazanma adınaysa da doğru cevaplar vermeniz gerekir. Uzatma olmaz, savaş bilimine terstir.
Şüphesiz kazanmadan yana adımlar atacağız. O zaman kazanmanın bu ertelenmiş, bu gecikmiş durumunu nasıl yakalayacağız? Önemli bir soru ve cevabını veremezseniz bir savaş suçlusu olarak parti sizi yargılar. Zaten düşman günlük olarak yargılıyor, vuruyor. Kendinizi hem düşman karşısında, hem parti karşısında savunmanız zorlaşıyor, hatta imkânsızlaşıyor. Buna bir çare bulmanız gerekir. Sizi hiç kimse, hiçbir savaş adına, hiçbir ordu adına bu durumunuzla taşıyamaz, savaşı böyle yürütemez. Bu bir kandırmaca, bu bir oyalama, bu bir aldatma oyunu. Buna son vermekten bahsediyorum. Eskilerinize de, yenilerinize de, tecrübesi olana da, olmayana da, yanlışı olanı da, doğru olanı da, buna dahil ediyorum.
“Peki, sen şimdiye kadar nasıl sabrettin. Son sınırlara kadar böyle gelip dayattın” diyebilirsiniz, evet, ama bunun nedenleri var. En başta bazıları tecrübe kazansın diye. İşte çok yeni olanlar bir-iki adımı öğrensinler, daha da önemlisi kazanmak için mevzileri geliştirelim. Bazı olanakları devreye sokalım, iç-dış olanaklar. Bazı lojistik ihtiyaçlar, bazı araç-gereç ihtiyaçlarını da bir savaş için en azından halk savaşımımız için yeterli olabilecek kadar hazırlayalım. Haydi eğitim yetersizliği onları da geliştirelim dedik ve hepsini yaptık.
Kıyaslıyorum, tarihte en benim diyen bir Çin ulusu kadar -ki milyara varan bir ulus- Mao’nun yaptığı, elli kişilik bir grubu bile eğitmeden savaşa girmedir. Ho Chi Minh’e bakıyorsun, yaptığı otuz kişiden fazla olmayan o da derme-çatma bir talimatla -bir sayfalık- ve birkaç eski mavzerle yola çıkarmak. Lenin’e bakıyorsun zaten doğru-dürüst beş-on kişiyi birkaç seminerle hazırlayıp Rusya’ya göndermektir.
Bize bakıyorsun, yalnız benim bizzat ilgilendiğim bir alan çalışmasında otuz bini aşkın insanı en kapsamlı ideolojik, pratik eğitimlerle birlikte ve sağ selamet en görkemli halk savaşının verileceği bir dağa, bir mevzilenmeye, bir üslenmeye ulaştırıyorsun, ama bir bakıyoruz ki adamımız gitmiş orada işin içine etmiş. Otuz bin kişiyi gerilla tarzına göre korumak bile bir zafer için yeterlidir. Bir adam bile ilave etmeye gerek yok. Hepsi tepeden tırnağa donanımlıydı, dağlara da sağlam ulaşmışlardı. Halk ilişkileri fazlasıyla yeterliydi. Dış irtibatları hep sağlamdı. Ama bugün çok özel yöntemlerle olmasa, tek birisini bile sağlam bırakmayacak kadar geriletiyor da. Bunda suçu düşmanda arayamayız. Düşmandır, onun işi vurmaktır. Ama bakın yüzde doksan beş savaşla oynayan ve giderek bunu tehlikeli bir alışkanlık haline getiren komutasından savaşçısına kadar kendiniz oluyorsunuz.
Savaş her zaman soylu meslek diye tarif edilir.
Tarihte de böyledir. Roma’ya, bütün Ortaçağ’a bakınız: En gururlu, en soylu, en yüce, en kendini özgür kılmak isteyenlerin benimsediği bir sanattır. Kölelerin sanatı savaş olamaz, kölelerin sanatı köleliktir. Her türlü basit hizmet işlerinde çalışmaktır. Demek ki sizin soylular sanatına yanlış katılımınız var. Bu sanatı hiç anlamıyorsunuz. Onun için bu duruma gelindi. Bu savaşta birer kölesiniz, bir özgürlük savaşçısı değilsiniz.
Tarih şunu hep söylüyor: Bu kadar büyük savaşçıları diyor, acaba para için mi bu savaşı yaptılar? Her ne kadar maddi bir teşvik varsa da, bütün ünlü komutanların yaşamında bir soyluluk, yani “ben büyük başaracağım” duygusu esasta rol oynuyor. Yoksa sana bir paralık maaş bağlayacağım diyenler aslında ordunun azap askerleridir, ölüme atılanlardır; savaşın asıl iradesi değildir.
Savaşın asıl iradesi mutlak başaracağım biçiminde keskin bir iradeye sahip olanın kendisidir!.
Sanırım bu sizde fazla gelişmemiş. Bu yirmi yılda en az bir saha çalışması olarak otuz bin katılmışken -ki bir o kadarı da çeşitli alanlardan geldi-, neden bunları derleyemediniz? Neden sağlam bir halk ordusuna dönüştüremediniz ve çok önemli bazı zaferleri sığdıramadınız? Dikkat edin, bizim savaşçılığımız yozlaşmış taciz eylemlerinden öteye gitmiyor.
Düşmanı hatırlıyorum; ilk bu dağlara adım attığımızda, “bunların bir tane gerillası bizim bin askere bedeldir” diyordu.
İlk günler böyle anlaşılıyordu ve düşman büyük panik içindeydi. Şimdi düşman bizim gerillayı çözmüş, kedinin fareyi araması gibi şu dağın, şu taşın altında “arayıp bulacağım” diyor. Bundan kim sorumlu, kendini bir aslan değil de, bir fare durumuna getirmekten kim sorumlu?
İşte yanlış katılımlarınız, yanlış yaşam kararı, yanlış parti kararı sizleri bu duruma getiriyor. İyi niyetinize bir şey demiyorum. O hiçbir şeydir. Bu bir sanattır ve ilkin ben bu savaşı kazanacağım diyeceksiniz. Er meydanına bunun için iniliyor. Ama giderek geliştirdiğimiz bir sorun pratiğimiz var. Şimdi gerillayı vurguluyoruz. Bakıyorum ki, çoktan tek bir gerilla kararının ve onun tarzının uygulanmaması için bir çete anlayışı türemiş, vurmuş götürmüş. Kaç kişidirler, kimlerden ve nasıl oluşuyorlar, nerede ne yapmışlar, suçlarının defterini de tutamıyorsun, çünkü defterlere sığmaz.
Bir de her şeyi neredeyse bir suç pratiği gibi araştırmakla da tükenmez. Ve sizler, bunun çözümsüz bırakılmış gerillası oluyorsunuz. Bu, benden daha çok sizi ilgilendirmiyor mu? Bunu çözmek sizin sıradan da olsa, kendinize saygınızın bir gereği değil midir? Benden ne istiyorsunuz? Asgari savaş yasalarına, bir çizgiye anlam vermeyecek misiniz? Ben buna artık bela takımı adını veriyorum. Bunlar ya çaresizler olarak, ya da kontralar olarak beni vurmaya geliyorlar.
Günlük olarak kendimi yorumluyorum. Biraz bizden doğru öğrenilse, bana da bir dağ verin. Eğer ben sizin gibi yaparsam istediğiniz cezayı verebilirsiniz. Bana çok az bir imkân verilse, eğer ben sizin gibi bu imkânları tüketirsem, onları tanınmaz hale getirirsem kellemi koparın.
Ben sıfırdan başladım. Ne bir ilişkim, ne bir dostum, ne de bir kuruş param vardı. Bir Allah misafiri biçiminde geldim ve hepinizin yükünü, hepinizin kör düğümlerini burada çözdüm. Herkese her şeyi verdim. Babanızdan, sülalenizden alıp vermedim. Herhangi bir dosttan da alıp vermedim. Buldum buluşturdum verdim. Bu çok açık. Peki, size ne oluyor?
Başlarken, burada mezar kadar yatacak yerim yoktu.
Ama şimdi hepinizi yatırabiliyoruz, hepinizi eğitebiliyoruz, yedirip içirebiliyoruz ve gelen herkese istediğinden fazlasını da veriyoruz. Peki, en sağlam alanlarda, isteyene siyasi alan, isteyene kitlesel alan, isteyene bir coğrafya parçası. Zapt u rapt altına alınamaz bir gerilla mangasıyla bir alayı bile boşa çıkarabilecek, sınırsız alanda. Peki, neden yapamadınız? Kitleyi bozuyorsunuz, örgütü zorluyorsunuz, dağları barınamaz hale getiriyorsunuz. Burada bir yanlışlık var, kendini tanımama var, burada işin gerekleriyle uzaktan yakında alakalı olmamak var.
O halde yapılması gereken nedir? Varsa içinizde ben saygılıyım, ben savaş soyluluğuna bağlıyım, ben soylu bir sanat olarak bu sanata kendimi veriyorum, egemenlerin, sömürücülerin ordusundan daha değerlidir. Bunun derin bilinciyle, büyük duygularıyla işin içindeyim diyen varsa, o zaman gidin pisliğinizi temizleyin. Gidin, bu olmazları onun altındaki bütün nedenleri kaldırın, yoksa yaklaşmayın.
Sonuna kadar öğrenmenize “evet” diyorum. Onun için hiç kimseyi gerekli eğitimden geçirmeden “bir adım at” denilmiyor. Kritik alanları da aştırıyoruz. Bunların hepsi hallediliyor. Siz gerisini boşa çıkarıyorsunuz. Nasıl? İşte bir günlük de olsa, paşa gibi yaşasam ne mutlu bana, bugünü de kurtardıysam yine ne mutlu bana. Savaş böyle olmaz, bu psikolojiyle sözüm ona bu bir günü kurtarmakla hiçbir halk savaşı verilmez. Halk savaşının ufkundan kendinizi yoksun bırakmışsınız. İşte burada derin bir lümpenizm, boş vermişlik var. Bu çok kötü, değil böyle bir gün yaşamak bununla nefes alıp vermek bile suç.
Halk savaşımız deyip biraz durup düşünmek lazım. Bu halk savaşı ki, son umut savaşı, insanlığın en lanetlisi olmaktan kurtulma savaşı. Sizde hiç iman, halka saygı yok mu? Hiç onurlu yaşama saygı yok mu? Eğer var diyorsanız, o zaman bu savaşımın bazı temel yasaları var, en azından böyle ucuz kaybedilmemesi gerekir. Peki, bu, kendini ve yanıbaşındakini öldürmekle kazanılabilir mi? Kuralları bozmakla, kendini feriştah kılmakla olur mu? Bu anı anına kendini geliştirmek düşmanı yenmekle olur, her düzeyde yenmekle olur, değil mi? Bunları şimdi akıl edemeyecek kadar divane misiniz? O zaman bunların genelde soylu halk savaşımımızda da tek umut savaşımında da yeri yoktur.
“Ben serseriydim, lümpendim geldim oynamaya. İşte, toplumda dikiş tutturamadım, toplumda yüz bulamadım. PKK’de insana saygı var, orada işte namussuzluğumu gizlemeye geldim.” Hayır, bu olmaz... “Düşkündüm, zavallıydım, kahraman kesilmeye geldim. Bilmem düşkündüm, güzel olmaya geldim.” Böyle de olmaz... Bu yöntemlerle istediğinize ulaşamazsınız. Bu kandırmacayı bırakacaksınız.
Yanlışlarla uzlaştık, çok şeyi bastırdık diyorsunuz. Bu iş yanlışlarla uzlaşmaya ve safları bilmem bastırmakla halledilemez. Kimi bastırıyorsun? Senin insanı geliştirmekten başka bir görevin var mı? Senin bir işi çözmekten başka bir işin var mı? Senin bir işi doğru yapmaktan başka bir işin var mı? Bastırma düşmanın işi. Uzlaşma diyorsunuz, neyin uzlaşması? Yanlışlıklarla!
Doğrular hâkimiyet ister, doğrular adına ölümcül çaba ister.
Bizdeki doğrular, halk savaşı, yaşam doğrularıdır.
Ölüm kalım doğrularıdır.
İnsanın sonuna kadar yüreğini, dilini koyacağı, adından önce belleyeceği gereklerdir. Sen kimi kandırıyorsun? Ne zamana kadar kandırılacaksın, kandıracaksın? Demek ki, ilk adımda bile doğrulara sonuna kadar kesin bağlanma ve uygulama onun dili ve onun eylemi, yanlışlıklara sonuna kadar karşı çıkma bir an bile ertelenemez.
Tarihi kaybetmeye gün sayıyorsunuz. “Bu adamda da bu tedbir, bu çare bitse de kurtulsak bu savaştan” diyorsunuz. Çoğunun yaşam düşü böyle. Bunu seziyorum, gözlerinizden bunu okuyorum. Bütün hareketleriniz bunu çağrıştırıyor. Düşmanın da son marjinalleştirme teorileriyle beklediğiniz bu. O size bakıyor, siz ona bakıp işte savaştık, namusu da kurtardık, daha fazlası bize göre değil. Bunu bütün itirafçılar da söylemişti, ama kursaklarında kalacak.
Benim de kendime göre bir sözüm var. Halk sözüm var, doğrulara bağlılık sözüm var, kendime saygınlığım var, yaşama bağlılığım var.
Böylesine bir yenilgiye kulak kabartmış olanları boşa çıkartmak benim en amansız olacağım bir saha. Onlar geberecek, bitse de kurtulsak diyenler, fırsatı bulsak da bir gün paşa gibi yaşasak veya on tanesini bilmem kaybettiririm, ama bir gün yaşarım. İşte, ben bu tipler için yaşayacağım, onların canına okumak için. Zaten onlara karşı savaşıyorum. Bukalemun, kırkayak gibiler bir yerden vuruyorsun, ertesi gün yeniden türüyor, ama ölümcül darbeyi de onlara hazırlayacağız. Yaşamı yenilgide gören, kutsal son umut savaşımımızı, son insan olma savaşımımızı kendi iğrenç basit yaşam güdülerine bağlayanlar için amansız olacağım.
Sadece ant içiyorum demiyorum, yıl sözümü veriyorum demiyorum, iliklerime kadar, hatta hücrelerime kadar bunları boşa çıkarmaya kesiliyorum. Çok lümpen, çok güdü düşkünlerini tanıdım. En ağa-baba emperyalistler “tedbir aldık” diyor. Kanunlar çıkarmışlar, ‘koruyacağız onları.’Laftır koruyamadıkları ortaya çıkmıştır.
20. yılın beklentisi ucuz bir yenilgi olamaz.
Saflarımızda günlük tartışılıyormuş, yetmiyor mu bu kadar savaş, ne zaman yaşayacağız? Söz böyle mi olur? Yirmi yıl değil ki, iki yüzyıl da savaşsan kazanmaktan ne haber? Sen savaştın mı? Sen savaşın canına mı okudun? Sen savaştan bir şey anlıyor musun? Sen savaş için bir şey yaptın mı? Bitsin de yaşayacakmış. Savaşmış da sıra yaşamaya gelmiş. Açık söyleyeyim, belki safsınız, gafilsiniz, ama bu kelimenin teki bile kurşuna dizilmeye yeter halk savaşlarında. Ama burada sefalet, burada düşkünler kol geziyor, burada savaş suçluları kol geziyor, burada umutsuzluk, burada yenilgiye her şeyini bulaştıranlar kol geziyor.
Bütün bunları müthiş bana dayatıyorsunuz. Herkes dayatıyor, bazıları amansız savaşarak karşımızda, bazıları sizin gibi ince. Ama verem ağrıları gibi olsa da, yutmayacağım. Delikanlı taleplerinizi kırmak istemiyorum, ama bu bana sökmez. Ben böyle yaşamla, böyle toplumla göbek bağımı anamla on yaşımdan beri kesmiş biriyim. Sütten kesildim, göbek bağımdan kesildim ve kendimi o zaman tek büyüttüm. Bu kadar bağımsız, bu kadar özgücüme güvenliyim. Neyinize güveneyim? Beni kandıracaksınız. Bu duygularınızla beni yıldıracaksınız.
Sizleri öldürmüyorsak, bunun tek gerekçesi belki de suçun cezasını bir şeyler vererek ödettirmek içindir. Yoksa size taviz vermek için yaşatmıyorum. Öldürsek borçlar geride kalır. Öldürülmüyorsanız çalıştırıp borcu ödetmek içindir. Başka hiçbir gerekçeyle yaşatmadığımı bilmek zorundasınız. Bu benim babamın borcu değil, bu sizin tarih borcunuz, şeref borcunuz, halk borcunuz, şehitlere borcunuzdur. Ya böyle şeklen insan gibi dolaşmayacaksınız, ya da dolaşma hakkını kendinizde görüyorsanız, önce borcunuzu ödeyeceksiniz. İnsanlık borcunu ödedin mi, vatan borcunu ödedin mi, özgürlük borcunu ödedin mi? Gırtlağına kadar borca batmış olan sıradan bir halk insanı bile olsa böyle dolaşabilir mi? İntihar eder! İflas etmiş iş adamları da intihar ederler, kural budur. Yok eğer ayıların oynatılmasını yaşam sanıyorsanız, o ayrı, ama biz böyle yaşamayacağız.
Biz diyoruz; sözümüzde böyle yaşatmayacağız. Savaşımızın diğer bir zafer tarzı da budur. Onun için PKK’nin savaş diyalektiğinde iki şey söylenir: Savaştın başardın yaşayabilirsin, savaştın başarmadın, şerefli ölürsün. Bunun orta yolu yoktur.
Peki, yirmi yılın eşiğinde yenilgiye kulak kabartanlar kimlerdir?
Özellikle savaşın temel gücü olarak, ordu içinde ordulaşma faaliyetlerimizde bir çeteleşmenin ayan beyan çok karmaşık, çok ince, çok kaba tarzlı, baştan günümüze kadar bilinçli veya kendiliğinden iyi veya kötü niyet komplo, darbe türünden tutalım, her türlü karşı-devrimci yaşam tarzlarına kadar, yöntemlerle bu işi ve en son yaygınca, işte saflarda da tartışıldığı kadarıyla, “savaş buraya kadardır, biz yaşamak istiyoruz” biçimiyle kendilerini ele verme biçiminde suçüstü yakalanmışlardır.
Bu anlamda diyorum ki, 20. yıl her zamankinden daha fazla savaşta zafere, yaşamda özgürlüğe yakın yıldır.
20. yılda neredeyiz biçiminde ayrıntıları dile getirmek istemiyorum. Bu yıllarda biz uluslararası zemine daha fazla oturduk. Düşmanın diplomasisinin o çılgınca bütün savaşımlarını, bizi daraltmayı yaşamaz kılmayı boşa çıkardık. Bizi kitlelere ulaştırmamak için o yaptığı katliamları, faili meçhulleri, bütün o köyleri-kentleri boşaltmayı, milyonlarcasını sürgün etmeyi ve böylece de onları teslim etmeyi de bu yıllarda boşa çıkardık. Halkımızın her ne kadar örgütlü olmasa da siyasi iktidar cephesi sağlamdır. Bir halk savaşı için ne gerekiyorsa onu verecek kadar güçlüdür.
Düşman ne kadar marjinalleştirme çabalarının içinde de olsa, gerillayı bütün ülke içinde, Güney Kürdistan’dan tutalım Karadeniz’e Toroslara kadar, açık hale getirdik. Sağlam gerilla çekirdeklerinin, Ortadoğu’nun en iddialı halk savaşımının kılınabilmesi için ne gerekiyorsa yaptık; burada yanlış olanı ortaya koyduk, zaferden alıkoyanı ortaya koyduk! Doğrularla mevzilenip objektif zeminleri birleştirip göreceksiniz ki, düşman çok yüklendiği askeri yöntem, askeri sonuç alınabilecek noktada en büyük yenilgiyi de yaşayacaktır. Diplomasiden siyasete kitle boyutunda iflas etmiş, kendi ekonomik politikalarını askeri alanda da daha tehlikeli bir biçimde yaşadığı bu yenilgiye doğru daha hızla bu yıl da, o önümüzdeki yıldaki gibi her şeydir.
İkibinlı yıllara doğru gidişte daralttığı gibi çok güvendiği askeri alanı da başına en pahalıya patlayacak bir alan haline getirebilir. Onun için gerekli olan gerillayı hazırlamak ve beklemek gerekir. Nasıl bir parti kişiliğiyle nasıl bir gerilla militan kişiliğiyle, nasıl bir taktik ustalığıyla devrimin baştan ayağa yaratma eylemi, yaratma kişiliğiyle gidilirse, bu gerillaya en çarpıcı sonuçlarıyla gerilla savaşarak yalnız Kürdistan’da değil, giderek Ortadoğu halklarının bütün umudu olarak özgürlüklere özgürlük katacak, kurtuluşa götürecektir.
İşte, gerçekten amansız bir maraton koşusu da olsa hem de çok önemli bu savaşım yıllarını böyle buraya kadar getirdik ve bir yılına daha girmeye hazırlanıyoruz. Gördüğünüz gibi, yorulma şurada kalsın, daha fazla bu maratonu koşmak ve hem de final yılı heyecanıyla savaşı bitirmek için de hazırız, sağlam kalmışız, final adımlarına götürecek kadar hâkimiz.
Bu temelde hepinize bir daha geçmişiniz ne kadar umutsuzluk vaat etse de, istediğinizi tutturmadıysanız, bizim bu savaş yılımızı anlamlı değerlendirmekte ve doğru karar tarzına adeta intikam alırcasına yetmez ve yanlışlıklarımızla savaşma sözü kadar, başarı doğrularına da yine kendi katılım ve katkılarınızı sergilerseniz sadece affedilmek, ıslah olmak değil, çok önemli başarıların ve soylu kişiliklerin sahibi, dolayısıyla zaferi de ve özgür yaşamında ifadesi olabilirsiniz.
Başta siz bütün partililere ve ARGK savaşçılarına, bütün halkımızın cephe çalışanlarına, her alanda ve her görevde en sıradan görevden tutalım en stratejik görevlendirmeye kadar, bu tutumla sonuna kadar güven, yüksek ve keskin azim ve iradeyi yükseltme, gereken doğru bakış açısı kadar, pratik çabalarını esirgemeksizin, çok ölçülü adımlarla olmak kadar, bazen en keskin ve gerekiyorsa gözü kara yüklenimlere kadar, her türlü tutuma kendinizi hazır kılarak ve buna göre hazırlığın sahibi olarak katılmaya çağırıyoruz!
20. yıl tarzının bu anlamda her zamankinden daha fazla zafer, yaşamda da özgürlük olduğunu söylüyorum. Bu mükemmel tarz, bu şansa en ısrarlıca sarılmak kadar, başarı için de mutlaka doğrulara gerçekten bir yaratıcılıkla yüklenmeye, her anın bir doğru çalışma tarzı belleyerek katılmaya, bu şansı bir şans olmaktan çıkarıp bir yaşam kaderi haline getirmeye çağırıyorum!
Artık buna kendinizi layık görmenizi hem de bunun yılmaz savunucusu, gönülden olduğu kadar keskin bir disiplinle temsil yeteneğinde olduğunuzu kanıtlamaya çağırıyorum. Eğer bütün bunlar doğruysa diyorum ki, daha şimdiden partimizin 20. savaş yılı kazanılmış olacaktır, kaybedilen kazanılacaktır. Gerçek ve kutsal PKK kişiliği özellikle şehitlerimizin ve Zilanların anısı temelinde bizde ifadesini bulacaktır ve bu da kesin zafer olacaktır.
“Varsa başarı ben varım, yoksa başarı ben yokum” diyerek, mutlaka kazanmalısınız.
27 Kasım 1997
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER