SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA I CİLT (140.BÖLÜM)
Ortadoğu uygarlığının sessiz duruşuna ve direnişine ilişkin çok kapsamlı değerlendirmeler geliştirilebilir. Dikkat çekme açısından yeterli olduğu kanısındayım. Önem taşıyan konuya yaklaşmaya çalışalım. Avrupa uygarlığıyla daha çok nasıl bir antitez ve sentez ilişkisine dahil olacaktır? Avrupa uygarlığının doğuşu, gelişimi ve dünyaya yayılmasına ilişkin değerlendirmelerimizi yaptık. Ortadoğu’ya kolonyalist ve asimilasyoncu yaklaşımının sonuçlarını da ana hatlarıyla gördük. Eğer yaşam bu uygarlık doğuran ve büyüten coğrafyada, Ortadoğu’da anlamlı ve onurlu biçimde devam edecekse, bunun “nasıl yaşamalı” sorusuna verilecek yanıtlarla geçerlilik kazanacağı açıktır.
Yüzyıllardan beri kördüğüm olmuş, betonlaşmış beyinleri ve ruhları açmadan, herhalde sağlıklı cevaplar verilemez. Ortadoğu’nun bir taraf olarak antitez ve sentezlerde rol oynamasıyla ne kastedildiğini de tanımlamak gerekir. Avrupa uygarlığı dünya genelinde her düzeyde güçlü tezler durumuna çoktan erişmiştir. Ekonomiden ideolojiye, sanattan siyasete, teknikten tarihe kadar her anlamda bilimsel temeli güçlü olan ve denenmiş tezleriyle güçlü ve güvenli durmaktadır. Dünyada derinliğine küreselleşme ve yerelleşme diyalektiği halinde yayılmaya, özümsenerek mal edilmeye devam etmektedir.
Ortadoğu’da ise benzer bir yayılmayı bir türlü ger çekleştirememektedir. Burada direniş vardır. Avrupa’yı da doğuran tarih, tek taraflı olarak taklitle ya da özümsemeyle teslim olmak istemiyor. Büyük tarihi miras kendini antitez ve sentez halinde bir güce başlangıç yaptırmak istiyor. Yeni ve tarihine yaraşır bir çıkışa ehil kılmak istiyor. Avrupa tezlerine karşı antitez olmak kaba bir retçilik anlamına gelmiyor. Örneğin İslami çıkışların herhangi bir antitez değeri yoktur. İddiaları olsa da, gücü yoktur. Milliyetçilik, reel komünistlik gibi yaklaşımlar antitez olmak şurada kalsın, en basit taklit uygulamalar olmaktan öteye bir rol oynayamamışlar, oryantalistler kadar bile olumlu bir aydınlanmaya katkıda bulunamamışlardır. Avrupa’nın direkt işbirliğine oynayanlar ise basit memurlar, ajanlar olmaktan öteye gidemezler.
O halde antitez olma görevi olduğu gibi sahiplenmeyi beklemektedir. Antitezle tanımlanması gereken şudur: Ortadoğu’nun uygarlıksal varlığını Avrupa uygarlık oluşumuyla nasıl yeni bir iddiaya, bir çıkışa yol açacak karşı tezlere dönüştürebiliriz? İki uygarlığın ilişkilenmesinden nasıl bir karşı veya farklı olgu çıkarılabilir? Ne içinde eriyen ne de kabaca reddeden, tersine gerektiği kadar ve daha çok da kendisinden katarak insanlığın aradığı diyalektik tezin antitezini yakalayabiliriz veya oluşturabiliriz. Sıra sentez olmak değildir. Dünyayı genel bir çöl olmaktan kurtaracak karşı hamleyle daha yaşanabilir bir konumda tutma gücüne erişmek anlamını içermektedir. Tek taraflı yayılmasının, yani yalnız hakim tezlere dayalı dünyalaşma ve küreselleşmenin en demokratik tarzda olsa bile bir tür ak-kara faşizmine yol açma tehlikesi vardır. Dünyanın Ortadoğu dışındaki bölgeleri büyük oranda özümsenmede anlaşmış olarak bu tezlere teslimiyetin gereklerini yapmaktadırlar.
Bunun sonu demokratik tarz, faşistleşme veya benzer türden bir gelişme olacaktır. İnsanlık açısından en sakıncalı olanı budur. Söylendiği gibi böyle olursa, gerçekten “tarihin sonu” olur. Böyle olmaması, antitez yaratmaya bağlıdır. Rusların öncülüğünde denenen reel sosyalizmin antitez haline dönüşememesi, en kötü bir çürümeyle sonunda teslim olması insanlık için iyi olmamıştır. O kadar korkunç ve kutsal direnmeler, acı çekmeler, kan dökmeler, umutlar böyle sonuçlanmamalıydı. Bunun da en temel nedeni, antitez olmayı başarmadan, sahtekarca komünist ütopyadan bahsetmek yanılgısıdır. Her yanılgı eninde sonunda ihanete ve teslimiyete götürür. Ortadoğu’nun tarihsel gerçekliğinin sıradan bir özümsenmeye izin vermediğini hep tekrarlıyoruz. Çünkü Ortadoğu uygarlığının kalıntı değerleri bile ancak bir antitezle kendine gelebilir. Böylelikle bu uygarlık karakterindeki hümanizmayı yeni koşullarda insanlık için tekrar bir umut haline getirebilir. Bundan aşağısını kabul etmek kendini inkar etmekle mümkündür. Bunu deneyenler çoktur. Varlıklarının neye yaradığı da ortada ve açıktır.
Ortadoğu bu suni, yapay varlıkları da kabul etmiyor. Kültürel midesi yetmiyor. Tüm dünya yese de, o yemiyor. Kendisi yeni bir değer olmak istiyor. Karakteri ve özü gereği bu böyledir. O halde nasıl antitez haline gelebilir? Ana hatlarıyla ve derinliğine, saptırmadan, bazı düşüncelerimizi özlü bir biçimde sunmayı görev bilerek bir kez daha sunuyoruz. İdeolojik kimliğin yenilenmesi başta gelen tarihi görevdir. Orta doğu kültüründe şimdiye kadar gerçekleşmemiş rönesans, reformasyon ve aydınlanma hareketleri birleştirilerek, tek bir hareket olarak gerçekleştirilmek durumundadır. Bu üç alanda gerçekleştirilecek dönüşümler yeni ideolojik kimliği belirleyecektir. Bu, zihniyet ve ruhsal alandaki temel dönüşümü ifade etmektedir.
Avrupa uygarlığı 15. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar süren bu zihniyet devrimleriyle ancak kurumlaşabilmiştir. Bunun en son geldiği aşama demokratik kurumlaşmalara dayalı uygarlıktır. Ortadoğu ise, bu kavramlarla daha tanışmaya bile cesaret edememektedir. Fakat bu konuda bazı yanılgıları aşabilmeliyiz. Bilim ve tekniği aktarmak, endüstriyi kurmak ve bazı demokratik kurumlara sahip olmak ne rönesansın ne reformasyonun ne de aydınlanmanın gerçekleştiğini göstermektedir. Bunlar öze dokunmayan eklektik gelişmelerdir; kolonyalizm ve asimilasyon çerçevesinde oluşmuş ayan zihniyetli bir maket olmaktan öteye değer ifade etmezler. Son iki yüz yıllık Batılılaşma sürecinin vardığı aşamada, bunun dışında özgün bir gelişmenin yaşanmadığını görmekteyiz. Tepki gibi gelişen İslamcılık akımları ise, renk değiştirmiş milliyetçilikten öteye bir anlama sahip değildir. Özgün olabilmek, kendi üçlü zihniyet devrimini gerçekleştirmekle mümkündür. Başka bir yolunun olmadığı da görülerek, Ortadoğu somutunda belki çok gecikmiş olan bu devrimi gerçekleştirmekten başka çarenin kalmadığı anlaşılacaktır. Ortadoğu’da zihniyet ve ahlak devrimi için darbenin öncelikle dinsel alana vurulması gerekir. Hemen belirtelim ki, bu yaklaşımın ucuz laikçilikle alakası yoktur. Darbe vurulması gereken bir anlayış da bu sahte laikçiliktir. Yine bunun sade dindar kesimle de bir alakası yoktur. Tersine onlar Ortadoğu kültürünün en değerli çözülmemiş varlıklarıdır.
Yine bunun din, tanrı inkarcılığı ve camiye sövgüyle de alakası yoktur. Tersine, bu kimliklerin tarihsel oluşumunu tam bir bilimsel çözümlemeyle gerçekleştirmeyi öngörür. Yapılması gereken, kökenleri Sümer rahiplerinin kimlik tasarımları olan mitolojik varlıkların çözümlenmesini doğru yapmaktır; ilkel sınıflaşma döneminin ürünü olan, önce mitolojik sonra dinsel karakter kazanmış ilahiyatı, kutsallığı kesinlikle bir tarihsel edebiyat malzemesi olarak düşünmektir. Sümerlerin kendileri mitoloji ve dinlerini sürekli değiştirmişler, ilahlarını azaltıp nitelik ve adlarını farklılaştırmaktan çekinmemişlerdir. Hz. İbrahim geleneği tanrılarıyla güreşircesine (İsrael= tanrıyla güreşen) en son El’de, Allah’ta karar kılmıştır. Musa bunu kavim tanrısı haline getirmiştir. İsa “üçlü tanrı” kavramına yeniden dönmüştür. Hz. Muhammed zorunlu o tek ve birleşik otorite ihtiyacı nedeniyle, doksan dokuz sıfatla güçlendirilmiş Allah kavramına ulaşmıştır. Bu kısa tekrar bile din ve ilahların sürekli bir değişim içinde olduğunu göstermektedir. İslam doğduğu dönemin somut koşullarıyla ortadaki dinsel düşüncenin birliğini ifade etmektedir. İbadet biçimleri ise, yeni kişiliklerini güçlendirmekten başka bir anlam taşımamaktadır. Daha sonraları bile yoğun değişimlere konu olmuştur.
Aynı kökene sahip Yahudilik ve Hıristiyanlık sürekli değişim geçirmişlerdir. Günümüzde de daha çok bir edebiyat kaynağı ve ahlaki değer olarak bakmaktadırlar. Onların dindeki reformları süreklidir. Bilimin kesin öncülüğü altında gelişmektedir. Bundan da ne kadar kazançlı çıktıkları bilinmektedir.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER