SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA CİLT II (292.BÖLÜM )
Türkiye geleneksel olarak bu tip durumlarda ordunun devreye gidişiyle bunalımı aşmaya çalışırdı. Fakat iç ve dış konjonktür ve çok yönlü denklemler, ordunun adım atmasını son derece riskli hale getirmektedir. Ordu şimdilik sıkı bir kontrol ve andıçlamayla yetinmektedir. Bu ordunun durağan ve duyarsız olduğu anlamına gelmez. Tersine her konuda en kapsamlı araştırmalara, plan ve politika belirlemelerine sahip olan kurum niteliğindedir. Sanki postmodern bir parti gibi, kendine özgü derinliğine strateji ve taktiği uygulamaktadır. Bildiriler dışında açıkta oynamayı pek uygun görmemektedir. Bütün bu gerçeklikler Türkiye’nin durumunun Arjantin, Brezilya ve Endonezya’dan farkını da ortaya koymaktadır.
Uluslararası denetimin ABD ve AB üzerinden zorunluluğu da bu gerçeklikten kaynaklanmaktadır. ABD ekonomik çöküntüyü önlemeye ve Türkiye’yi kendine bağlamaya çalışırken, AB ekonomiyle birlikte mevcut demokratik birikimin tümüyle dağılmasını da önleyerek elinde tutmaya çalışmaktadır. Bu yaklaşımlar sınırlı da olsa Türkiye üzerinde bir ABD ve AB çekişmesini beraberinde getirmektedir. AB yanlısı güçlerin varlığı da küçümsenemez. Bu güçler son dönemlerde etkili olmaya çalışmaktadırlar. TÜSİAD başta olmak üzere sermaye çevreleri ilk defa ciddi olarak demokratik tercihlerini belirlemeye zorlanmakta, hatta bu yönde işbirlikçi işçi sendikalarından daha ileri adımlara sahip olmaktadırlar.
Emekçilerin alternatifini geliştirmekle sorumlu sol henüz reel sosyalizmin ve yerel milliyetçiliğin etkisinden çıkmış değildir. Çağdaş bir sosyal demokrasi ve liberal sağ bir merkez tam anlamıyla oluşup mevcut boşluğu doldurmuş olmaktan uzaktır. Türkiye’nin bu gerçeklikler karşısında tam demokrasi yoluna girmesi olanaksız değildir. Tersine ilk defa iç ve dış koşullar demokratik seçeneği birlikte zorlamaktadır. Dolayısıyla mevcut krizden demokratik atılımla çıkış yapma şansı yüksektir. Böylelikle AB’nin demokratik hukuk sistemine tam oturması da imkan dahiline girmektedir. Türkiye birikim olarak bu konuda güçlü ve zengindir. Sorun kritik noktaları aştırmaktır. Çok iyi bilindiği üzere, en kritik sorun Kürtler konusundadır. Kürt sorunu sadece kendi bünyesinde değil, tüm Türkiye ve ittifak yapısı içinde baş ağrıtmakta ve her sorunun tetikleyicisi olmaktadır. Türkiye’nin geleneksel sağ ve milliyetçi kesimi Kürtleri kavram olarak bile kabul etmeyi vatana ihanet ile eş saymaktadır. Kürtlerin kelime olarak varlığı bile bölücülük ve ulusal güvenliği tehdit olarak algılanmaktadır. Son dönem tartışmalarında bu gerçeklik gayet açık olarak ortaya çıkmıştır.
Tabii bu zihniyetle AB hukuk ve demokrasisi içinde yer almak mümkün değildir. Kürtlerin en basit anadilde eğitim ve bireysel özel haklar anlamında serbest basın-yayın olanakları bile tanınmamaktadır. Bu hakları bölücülük kapsamında değerlendirilen birçok çevre ortaya çıkmaktadır. Halbuki İran ve Irak gibi demokrasi standartlarından en uzak sayılan ve farklı rejimlere sahip olan devletlerde bile, Kürtçe eğitim ve yayın çoktan uygulanmaya başlanmıştır. Türkiye bu yönüyle Batı sistemine en yabancı ülke konumuna gelmektedir. Şoven milliyetçiliğin Kürtleri yutma taktiklerinin tutmayacağı anlaşılınca, daha çok sarılınan politika ulusal güvenliğe tehdit biçimindedir. Böylelikle bu anlayışın kendisi, demokratik uzlaşmayla rahatlıkla çözülebilecek bir sorunu kendi kendine bir numaralı tehdit kaynağı haline getirmektedir. Ortadoğu’nun merkezinde ve en eski bir halkını inkar edersen ve her türlü yöntemle tasfiye etmeyi ulusal görev sayarsan, Kürtlerin en önemli tehdit kaynağı haline gelmesi kaçınılmazdır. Dünyada ve tarihte eşi görülmemiş bir dil yasağına kadar gitmiş baskı sisteminin sürekli ayrılıkçılık ve şiddet ortamını üreteceği açıktır. Türkiye adeta zorla ayrılıkçı zihniyet ve şiddet araçlarına çağrı yapan çevrelerin tuzağına düşmüş gibidir. Aslında bu çevre dardır.
Fakat geleneksel yaşamı ve gücü bu tavra endekslendiği için, kendi içinde sıkı örgütlü ve bağnazdır. Tıkanmayı ve ileri hamleler yapmayı engellemekte ustadır. Tarihte bu tutumun birçok örneği vardır. Turgut Özal suikastı ve kuşkulu ölümü ile Bülent Ecevit’e yönelik suikast denemeleri, faili meçhul cinayetler ve ortamı sürekli gergin tutma çabaları, bu çevreler ve güçlerle yakından bağlantılıdır. Bu çevreleri ordu ve derin devletle özdeşleştirmek yanıltıcıdır. Tersine bunlar ordu ve derin devlet içinde güçlü olsalar, dört dörtlük bir faşizmi gerçekleştirmekten çekinmezler. Bu güçler toplumu ve siyaseti esas olarak teslim almışlardır.
Tek eksiklikleri, devletin bazı hassas noktalarıyla ordunun üstündeki zayıflıklarıdır. Tam da bu nedenle bazı çevrelerin ordu ve devletin hassas noktalarını çetevari oluşumlarla iç içe göstermeleri önemli yanılgılar ve çarpıtmalar içermektedir. Bu noktada her iki karşıt çevre de devletin ve ordunun doğru tahliline bir sis perdesi görevi görmekte; gerçeğin bulanık ve yanlış bir görünümünü vermektedir.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER