SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA I CİLT (138.BÖLÜM)
Ortadoğu’daki bunalım ve çöküşü önemsemek gerekir. Batı uygarlığının en büyük yanılgısı, kendi temellerindeki bölgenin gücünü gerçekçi ve hakkıyla değerlendirememesidir. Kökenini en çok Greko-Romen uygarlığına kadar uzatmaktadır. Halbuki Greko-Romen uygarlığı Ortadoğu’nun bir aşamasını teşkil etmektedir. Kendini besleyen neolitik sistemin hakkını da verememekte, burada bencil davranmaktadır. Bu yanılgı geçmişle doğru bir diyalog imkanına fırsat vermediği için, güncel gerçeklikle de anlamlı bir diyalektik bağ kurmasını engellemektedir. Geçmişin doğru tanınması kadar, geleceğin sentezini belirlemede de kurulacak diyalektik bağ zorunlu gibi görünmektedir. Avrupa’yı bir tez olarak kabul ettiğimizde, antitezi ne ABD ne Rusya ne Çin ne de başka bir bölge kültürü olabilir. Doğada olduğu gibi, tezler antitezlerini kaynaklandıkları alanlarda oluştururlar. Dünyanın Ortadoğu dışındaki tüm bölgeleri Avrupa tezinin uzantıları olabilirler, ama antitezi olamazlar. Bunun için gerekli potansiyel fark ve benzerlikleri ya yoktur, ya da antitez olamayacak kadar uzaktır. Sonuç, ya uzantısı olma ya eklenmedir. Birbirlerinin tez ve antitezi olmak, kaynağın daha önceki birliğini gerektirir. Bu da Ortadoğu’dadır. Bu kısa değerlendirme, ‘Ortadoğu’yu bir antitez haline nasıl getirebiliriz’ sorusunu yakıcı kılmaktadır.
20. yüzyıl boyunca denenen benzeştirme çabaları başarılı sonuç vermemiştir. Hem milliyetçilik hem de reel sosyalizm, birer Batı uygarlık tezi olarak, bölgede suni olgular halinde temsil edilmekten kurtulamamışlardır. Çoktan çökmüş ve anlatımını yitirmiş İslamlık bile, sıradan bir gösteriyle bu tezleri eşeğe kütüphane yüklemeye ve araba içinde gezdirmeye benzetir. Kendi başına antitez yaratma gücünden yoksundur. Demokratik uygarlık kurumları, mevcut toplum ve devlet gelenekleri nedeniyle kolay uyarlanabilecek koşullara sahip olmaktan uzaktır. Demokratik uygarlık kurumları asgari bir rönesansı, dinde reformu ve aydınlanma devrimini gerektirir. Bu üç temel tarihsel süreç Ortadoğu kültüründe yaşanmamıştır. Dolayısıyla demokratik kurumların kolay gelişeceğini savunmak yanılgıya götürür. Dolayısıyla bu tür kurumlar dışarıda monte edilmiş kurumlar niteliğinden öteye rol oynayamazlar. İsrail gerçeği ekleme olup henüz içselleşmemiştir. Liberal partilerle reel komünist partiler de bir eklenme parçasıdırlar. Tarih ve kültürel varlıkla derinlikli bir yabancılaşma içindedirler. İslam’ın tekrar canlandırılması hiçbir yaratıcı olguya yol açmaz. Ancak tarihin hatırlanmasını dayatır ki, bu da tümüyle unutulmaktan daha iyidir.
Ortadoğu’ya yapılan çeşitli müdahaleler, komalık bir hastayı aspirinle tedavi etmeye benzemektedir. İslam akımlarından komünist partilere, milliyetçilikten liberalizme, hatta İsrail tarzı komple örnek dayatma biçimlerine kadar direnen çeşitli eğilimlerin en basit sorunları bile alevlendirmekten öteye rol oynamadıkları yeterince kanıtlanmıştır. Bu gerçeklik bile, teşhis ve tedavinin bünye gerçekleriden çok uzak olduğunu göstermektedir. Yapay kavramlarla yapay varlık oluşturulmuştur, teşhis ve tedavileri yapılarak öyle iş yapılacağı sanılmaktadır. Ortadoğu’da modernlik adına hüküm süren her şey maket değerinde olmaktan öteye rol oynayacak durumda değildir. Bölge daha kendini tanımamaktadır. Tarihi konusunda kara bir cehalet ve derin yabancılaşma içindedir. Toplum sanki betonlaşmış gibidir. Siyaset ve devlet kurumları tam bir kanser uru rolündedir. Bir dönemlerin büyüklerinin karanlık hayalleri dolaşmaktadır. Moğol ve Asur tahribatlarından kat be kat daha derin tahribatlar ve çürümeler yaşanmaktadır. Ortadoğu bir muamma ve halen çözümlenmemiş çok bilinmeyenli bir denkleme benzemektedir. Ortadoğu’yu çözümleyebilmek, Avrupa uygarlığıyla bağını doğru kurmakla mümkündür. Bu husus diyalektik bir bütünlük içinde ele alındığında doğru anlamını verir.
Avrupa’nın kendi uygarlık temellerini Ortadoğu uygarlığında araması ve doğru tespit etmesi ne kadar gerekliyse, Ortadoğu’nun artık bir kültürel kalıntı halinde olan uygarlık değerleri de Avrupa uygarlığını doğru tanımlamak ve kendi antitezlerini bu tanıma sürecinde oluşturmak durumundadır. Tanımanın bir taklit, hatta bir özümsemeyle yetinemeyeceğini önemle vurgulamak gerekir. Son iki yüz yılda yapılan, basit bir taklittir. Taklit aşaması kaçınılmaz olmakla beraber, ancak çok geri ve ilkel kalmış olanın maymunca öğrenme metodunu teşkil eder. Bu süreci günümüzde tekrarlamanın hiçbir anlamı kalmadığı gibi, varolan taklitçilik düzeyini hızla aşmak, kendine saygı ve onur kazandırmanın birinci koşuludur. Avrupa’yı özümseme süreci halen yaşanmaktadır. Sağlıklı bir özümsemenin gerçekleştiğini belirtmek mümkün değildir. Başarılacağı da tümüyle mümkün olacak yetenekte gözükmektedir. Özümseme ve antitez olma birlikte işleyecektir. Özümsemeyi sonuna kadar yaşanacak bir süreç olarak öngörmek, Ortadoğu’nun büyük uygarlık mirasını ve gücünü tanımamak anlamına gelir. Bunu deneyen birçok ideolojik, siyasi, etik ve sanatsal güç başarısız kalmaktan kurtulamamıştır.
Bunun nedeni yeteneksizlik veya az çaba olmayıp, kendi temellerindeki uygarlık mirasını ve teşkil ettiği gücü tanıyamamaktan ve bu gücün sonuna kadar taklit ve özümsemeyi kabul edecek karakterde olmadığını değerlendirememekten kaynaklanmaktadır. Şu hususu hiç unutmamak gerekir: Stratejik çalışmalarda tümden bir dönüşüm gözetmek esas alınmadıkça, tarihe yaraşır rol oynanamayacaktır. Ortadoğu’da rol oynamak isteyen tarihi hareketler taklit, benzeşme ve özümsemeyi aşarak antitezlerini oluşturmak zorundadırlar. Bunu başaramayanlar aşılmaktan kurtulamazlar. Ya gerici direnmenin gücünü zamanla yitirmesi, ya da taklit ve özümsemenin kültür mirası tarafından reddedilmesiyle bu aşılma gerçekleşir. Avrupa’yla olan ilişkilerin özellikle son iki yüz yılı bu gerçekliği doğrulamıştır. Bu iki yüz yılın yüzeysel modernleşme çabaları günümüzde tam bir yenilgi halindedir. Hem de alçakça ve onursuzca. Sonuç, ders çıkarma olmalıydı. Ama alçakların ve onursuzların ders çıkarma diye bir sorunlarının olamayacağı bilinmektedir. Geriye kalanlar bin yılların öncesinin direnme biçimi olan aşiretçiliğe sarılmayı marifet ve onur saymaktadırlar. Halen bunun biraz daha çağdaş bir biçimi olan milliyetçilik ve küçük bir ulus-devletçiliğiyle kendilerini kahraman yerine koymaktan utanmadıkları gibi gurur bile duymaktadırlar.
Halbuki aşiretçilik ve onun daha çağdaş biçimi olarak milliyetçilik, Ortadoğu’nun büyük uygarlık mirası ve gücü yanında çok basit kalmaktadır, kalmak zorundadır. Tarihte Horrit ve Amorit dağ ve çöl kabilelerinin Sümer uygarlığı karşısında direnmelerinin belki tarihi bir anlamı vardır. Bu direnmeler aşiret destancılığına yol açmıştır. Yine İbrani kabilelerinin Nemrut ve Firavun’a karşı yeni tek tanrılı din adına yaptıkları direnmelerin de büyük bir anlamı olup kutsal kitapları ortaya çıkarabilmişler, tarihte önemli antitez ve sentezlerin oluşumuna katkıda bulunma yeteneğini göstermişlerdir. Ama günümüzün aşiretçi, dinci ve milliyetçilik temelinden kaynaklanan Avrupa uygarlığına karşı direnmeciliğinin, herhangi bir antitez ve sentez olma özelliği bulunmamaktadır. Amaçladıkları daha çok başarılı bir taklitçilik, biraz daha ilerlemiş biçimi olarak özümseme ve yerelleşmedir. Belki geçmişin anısına bağlılık olarak sakal bırakıp kefiye takmakla antitez olduklarını da hissettirmek isteyebilirler.
Fakat bu sadece taklitçiliğin soytarıya dönüşümünü ifade eder. Yerelleşmede başarılı olan özümsenmenin öz güç ve antitez yaratma diye bir özelliği olamaz. Sadece aktarımda derinleştiklerini ve yerel değerleri aşıladıklarını iddia edebilirler.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER