NASIL YAŞAMALI? II CİLT - 172.BÖLÜM
NASIL YAŞAMALI? II CİLT -172.BÖLÜM
Yaşamın ne altyapısıyla ne de üstyapısıyla ilişkiniz var
İmana gelin! Hemen burada Hz. Muhammed'in “ya imana gel kâfir ya da kahrolacaksın” demesi aklıma geliyor. Demek ki, boşuna söylenmemiş bu söz. O dönemin insanını, üretim gücü, ilişkisi haline getirmek, hukuk ve siyaset sahibi yapmak için imana getirmek gerekiyor. Büyük bir inançsızlık durumu sergiliyorsunuz. O zaman büyük dehşet duymak zorundasınız.
Çünkü yaşamın ne altyapısıyla ne de üstyapısıyla ilişkiniz var. Şu anda benim en temel sorunum size bu yaşamın alt ve üstyapısında gereken gerçeği göstermektir. Göstermeye çalışıyorum, ama direniyorsunuz, anlamak istemiyorsunuz. Tutturulan çizgi, iki derede bir arada çizgisidir. Anlamanın kenarından teğet geçmektir. Bunu kırmaya çalışıyoruz; merkeze, öze yöneliyoruz, büyük karşı koyma hareketleri başlıyor. İşte içteki düşman, geliştirilmiş kölelik, teslim olmuş kişilik, toptan yenilmiş, neye nasıl araç olduğunu bile anlamaz duruma getirilmiş bir halk gerçeği. “Nasıl Savaşmalı?” yı da sizlere öğretmek için, bizi büyük mücadeleye yönelten her şeyi nasıl kişiliğimizde duyduk, onu göstermeye çalışıyorum. Bir insan düşmeye görsün, ruhunu satmaya görsün, yenilmeye görsün, onu diriltmek, onu cesarete kavuşturmak bile büyük bir sorundur. Nasıl düşmüşsünüz, yenilmeye nasıl gitmişsiniz, bütün yaşam değerlerinden nasıl kopartılmışsınız ve en kötüsü de kırıntılarla idare eden köleler gibi, belki de ilkçağ kölelerinden daha kötü bir duruma nasıl düşmüşsünüz. İşte ben sizlere bunları anlatıp, doğru yolu göstermeye çalışıyorum. Düşmanın yaşam kırıntılarıyla mı desem, oltaya takılan balık misali mi desem, bir yem ile idare edilmeyi nasıl sizde uygulamış, hep düşünmeye çalışıyorum.
Çünkü bütün belirtiler şunu gösteriyor ki, yaşamın özüne de indirgesek koklamasını bilmiyorsunuz. Dehşet duyuyorum, esef ediyorum. Özgür yaşamı içinize kadar getirdik, parasından tut silahına kadar, toprağından tut ruhuna kadar, hepsi size sunuldu, ama rezil ettiniz. Gel de esef etme! Yaşamayı bilmiyorsanız, ne yapacaksınız? Hiç vicdan yok mu? Karakter diye bir sorununuz yok mu? Hemen aklıma kocakarılık geliyor. Bu pratiği anlıyorum. Onların dedikodusunu, onların sadece çiklet çiğner gibi konuşmalarını, çok boş geçirilen kocaman ömürlerini anlıyorum. Ama siz neden böyle olmaya izin veriyorsunuz? Siz ki, 18-20-30 yaşlarında, hayatın en kudretli çağında, o kocakarılardan daha beter bir yaşamı nasıl meslek ediniyorsunuz? Bunun size ne yararı var? Sizi buna kim alıştırdı? Şimdi en temel Kürt problemi budur. Artık öyle ulusal, sosyal, sınıfsal, şöyle bir sorun demeye dilim varmıyor. Kemikleşmiş sorunlarınız beni oldukça zorluyor, dehşet veriyor. Bir yandan, “müthiş yaşam kavgacısıyım, yaşamın imkânlarını ortaya çıkarmanın çok büyük savaşını veriyorum, bir yandan da düşmandan daha çok bu yaşamdan nefret ediyorum” diyorsunuz. Ben kendimi de beğenmiyorum, en büyük savaşı kendime karşı veriyorum. Ve hâlâ bu savaşım çok şiddetli devam ediyor. En son kendime söylediğim, tam başarıyı elde edemeyen ve bu konuda, bu kadar sıkıntısı olan biri zordadır. Dikkat edin birey olarak fazla başarısız değilim. Dayanabileceğim yaşam olanakları oldukça fazla, ama onlara hiç eğilmek bile istemiyorum. Yaşamı orada görmüyorum. Öyle bir bireyciliğe hiç düşmek bile istemem.
Çünkü sonuçta her şeyi kaybettireceğini biliyorum. Oysa örgütün sunduğu ufak bir imkânı sizler bir çırpıda kendinizle birlikte tüketiyorsunuz. Buna rağmen, yaşam için savaş vermek zorundayız. Giderek bütün tecrübelerimi bir araya getirerek, daha yenisine daha beni rahatlatanına ulaşmak istiyorum. Bütün o çocukluk sürecimde de sizin gibileri ben tanımıyor değildim. O zamanlar da “bunlar neden çok iyi koşmuyorlar” diyordum. Bitkiler, kuşlar, yılanlar, tarlalar var, hatta okul var, “neden koşmuyorlar” diyordum. Tutuyordum sizin gibi çocukları, şimdiki halim gibi, koştur ha koştur. Bu büyük bir tutkuydu. Evinden alıp bir dağa çıkarmaya, bir kuş avcılığına, bir yılan avcılığına götürmeye, bir ata, bir dereye, bir su kenarına, bir bitki toplamaya bayılırdım, ama onlar gelmezlerdi. Bahane buldular mı, hele aileleri tarafından biraz da “gitme boş işlerle uğraşma” denildiğinde en büyük acıyı duyardım. “Yine arkadaş bulamadım, yine olmadı” diyordum. Ve hep koşmaya, bir yerlerden bir şeyler aramaya koyulmaktan vazgeçmedim. Oraya fırla, gözünü şuraya dik, mutlaka bir hedef bul, peşine takıl. Acılar, öfkeler, umutlar. O zamanki savaşımım böyleydi.
Benim birkaç kuruş param olsa, bir kalemim olsa, haftada, ayda kesilen etlerden bir kavurma olsa, sabahları dilediğim kadar yoğurt yesem, yine akşamları çorba içsem, çok soğuk bir tas su içsem, bunlar hep arzularımdı. O günün koşullarına göre, bunlar hep tutkulardı. Daha fazlasını, daha gelişkin, daha sosyal, hatta okumakla yükselme imkânı düşünüldüğünde, en geri koşullardan gittiğimiz halde birinciliğe oynamak yine bir tutkuydu. Çok zorlandığımız halde, sanki en zor bir problemi çözüyormuş gibi ilkokul derslerini görmekteydim. Hâlâ öyledir, hayatı zorluklardan ibaret görmek ve kolay bir şeyin olmadığı, hep savaşla kazanılacağını sanmak.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER