SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA (84.BÖLÜM)
Hz. Muhammed’den beri öneminden hiçbir şey yitirmeyen “Allah aşkı, hakikat aşkı” kavramlarını çözmek kilit bir role sahiptir. Din yoluyla kısmen hakikate yaklaşıldığına inanılıyor. Grek felsefesi, hakikatin daha değişik açıdan, akıl yoluyla bilineceğine dair yeni bir yol açıyor. Avrupa ise, “en doğru yol deneyimin yoludur” diyerek, deneysel bilim yolunu açıyor. Yoğunlaşan aşk arayışları, yitirilmiş dünya kadar, hayal edilen gelecek yaşam dünyasını ifade etmektedir. Yitirilmiş mitologyayı, çözümlenemeyen toplumsal çelişkileri, doğanın uçsuz bucaksız sırlarını, bizzat insanın netliğini aramaktadır. Ortaçağın başlangıcında bu arayışın Allah’la bulunduğu sanılmıştı. Kavram olarak Allah’a doksan dokuz sıfat yükleniyor. İnsanın bütün hayalleri aşık olunacak Yüce Tanrı’ya mal edilerek, onun sevgili Peygamberi ve kulları olarak şefaat aranıyor. En değme sevgiliden istenmeyecek her şey Allah ’ tan isteniyor. Bir ideolojik dünya yaratılarak, tüm çelişkilerden kurtuluş sağlanacak ve arzular tatmin edilecektir. Gerisi ibadet kuralları, şeriat yasaları ve güçlü uygulayıcıları olarak belirlenip yerine getirilecektir. Hz. Muhammed’in kendisi kadına yöneliminde, tanrı aşkının yansıtılmış bir biçimini yaşamakta en ileri kişi durumundadır. Daha sonra tanınmaz hale getirilen bu aşk yaşantısı, aslında dönemine göre bir kadın ve aile yüceltilmesidir. İlahi aşkla kadın aşkı arasındaki mesafe fazla uzak değildir.
Fakat özün yitirilmesiyle bu ilişki de çok çarpıtılacak ve en aşağılık uygulamalara alet edilecektir. Ortaçağda daha da yoğunlaşan aşk arayışı, aslında yitirilen geçmişin tüm uygarlık değerlerini çağrıştırmaktadır. Adeta yakında tümüyle kaybedilecek bu değerlere ağlanmaktadır. Tanrıya tüm yalvarmalar bu kaybedişle derinden ilgilidir. Ortadoğu kültüründe derin olan ihanet, eksiklikler, acı kayıplar ifadelerini aşk şiirlerinde bol bol kullanmaktadır. Hallac-ı Mansur’un ve benzeri yüzlercesinin trajedisi, bu gerçeğin bireyde nasıl yaşandığını göstermektedir. Mevlana’nın Mesnevi’si, Yunus Emre ’nin Aşk İlahileri , yitirilen değerler toplamının en acı nağmeleri, şiirsel dile getirilişleridir. Şunu söylemek gerekiyor: Ortadoğu uygarlığı yerini Avrupa’ya bırakmak üzere gömülürken çok acı çekmekte, şehit vermekte, destanlarını yazmaktadır. Ortaçağın tüm soylu edebiyatı bu ağlamadan ibarettir. Fuzuli bunun son büyük şairidir. Adeta Sümerli şairlerin M.Ö 2000’de söyledikleri ezgileri hatırlatmaktadır. Bu edebiyatta umut yoktur. Tüm aşkların sonunda yanıp kül olma vardır. Leyla ile Mecnun , Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin , Mem ile Zin bu gerçeğin halk edebiyatına yansımış biçimleridir.
10. ve 15. yüzyıllar arası dönemi son büyük çırpınış dönemi olarak bu içerikte yorumlarsak, 15. yüzyıldan sonra yere gömdürülen on beş bin yıllık kültür değerlerinin üzeri sürekli betonlaştırılacaktır. Kalanları da Moğollar acele ve şiddetle gömdürürken, Osmanlılar artık Ortadoğu’nun “mezar bekçileri”nden başka bir rol oynamayacaktır. Fatih Sultan Mehmet ’in birkaç çırpınışından sonra, sofu Beyazıt’la yürümek artık sadece mezarlara dua etmektir. Gerisi Arap bedevilerinin görkemli Mısır uygarlık eserleri üzerine pislemelerine benzemekte, bazen de en ilkel Afrika dansları gibi cahilce oynanmaktadır. Osmanlı saray düzeni bir ölüm sessizliğidir. Bu o kadar açıktır ki, iktidarın selameti için bebeler bile katledilmektedir. Bunun İslam’la hiçbir alakası olamaz. Ehlibeyt anlayışında ailenin tüm fertleri kutsallık derecesinde korunmakta ve sevilmektedir. İktidarlaşmanın en yozlaşmış biçimleri, yaşamın değil ölümün geliştirilmesine dayananları hep böyledir. Hıristiyanlığın çıkışında İsa’ya uygulanan bu ölüm iktidarları Roma’nın Neron’uyla sembolleşirken, Bizans’la koyu bir karanlık içinde yürütülür. İslam cilalı Osmanlı, bu ölüm tiyatrosunun üçüncü ve son perdesini oynayacaktır. Bütün Osmanlı saray müziği ve şiiri, ağlamayla sefil zevklerin gayri meşru izdivacını dile getirir gibidir. Söylemek istediğimiz, kaybedilen büyük uygarlık değerleri ağlatırken, mezarları üzerindeki sefih yaşam, ölüler üzerindeki ilkel dansı temsil etmektedir. Ortadoğu’da yaşamın çekilmez kahrı sadece sıcaklığından, işsizliğinden, anlamsız tüm çelişkilerinden, cehaletinden değil; daha çok affetmeyen, ihanete uğramış geçmişin intikam alışından ileri gelmektedir.
Dolayısıyla dar feodalite kaynaklı ortaçağ çözümlemeleri, özellikle karanlık sürece ilişkin değerlendirmeler yetersizdir. Genel ve kapsamlı bir tarihsel ve toplumsal çözümlemenin doğru ve başarılı bir anlatımı öncelik taşımaktadır. Sadece arkeolojiyle çağların belgelerine ulaşmak yetmez. Yüreğin, büyük acı ve sevgilerin, kahramanlık ve ihanetlerin, lanet ve kutsallıkların belgesi çok az olur. Tanrıların en çok kutsallıklarına mazhar olmuş Ortadoğu toprakları, artık bir değil çoklu ve katmanlı ihanet öyküleriyle, yalan masallarıyla, içi boşalmış tanrısal maskelerle, maskaralığa oynayan cüceleriyle lanetli çorak ülkelere bölünmüştür. Hepsi o kadar yapmacık, tarihe o kadar saygısız, söze o kadar hain, gerçeklere o kadar yabancıdır ki, en basit kişisel ve ailesel çıkarları için hem de en ucuzundan satmayacakları hiçbir değer kalmamış gibidir. Ülke iktidarları bu kadar düşmüştür. Ayrı cehennemlere ihtiyaç yoktur. Kutsal kitaplarda geçen cehennemlerin en belalıları yaşanmaktadır. Hem de hepsi için cennet kulu kalmamış gibidir. Bir ufak İsrail-Filistin savaşçılığı bile, lanetli tarihin en kutsal topraklarda nasıl korkunç bir düzenekle intikamlaşıp yaşanmaz bir çoraklığa düştüğünü anlatmaya yeter. Asıl intikamı alan ise, layık olunmayan sınırsız uygarlık değerleridir.
Bir kez daha Tanrıça İnanna’nın (İlk Sümer kadın tanrıçası; ondan öncesi dağların kraliçesi Star, sonrası İştar’dır) son kez kurnaz ve hilekar Tanrı Enki’nin huzuruna çıkıp “Verin benim me’lerimi” (uygarlığı yaratan değerler) diyerek, kendini kirletme karşılığında bu değerleri Eridu’dan alıp Uruk’a zafer havasıyla girişini acı ve öfkeyle anımsatmak çok çarpıcıdır. Kurnaz tanrılar hep çaldılar, sattılar. Kadına tümüyle kaybettirdiler. Kadına kaybettirildikçe, toplumun ilk büyük yoksullaşması bir kader gibi hükmünü icra etmeye başladı. Daha sonra insanları kullaştırdılar. Üzerinde her türlü zorbalığı, yalanla sömürüyü kutsal hak haline getirdiler. Daha sonrakiler hep bu uğursuz iki işi cilalayıp geliştirmeyi en iyi yaşama sanatı bellediler. Korkunç öldürdüler, müthiş ölüm araçlarını geliştirdiler. İnsanla yan yana, hep onlara güç veren tanrı ve tanrıçalarını azgın birer can alıcıya, intikamcıya dönüştürdüler. Dünya cennetinin yaşamını cehenneme çevirdiler. Ortadoğu böyle lanetlendi. Ülkeler böyle çoraklaştı. Her şey hiçbir canlılığı kalmamış tanrı maskelerinin ağzından dökülen ve ruhsuz temsilcileriyle seslendirilen yasaknamelerle yönetilmektedir. Önceden kararlaştırılmamış hiçbir olgu, toplum ilişkisi ve insan eylemi kalmamış gibidir. Hiçbir yere, olguya, ilişkiye özgürce ve yenice bakılamaz. Bakışlar çoktan gözlerde dondurulmuş, sesler çoktan makaraya sarılmış, maskelerin anlamsız yaşamı öldüren yasaklarıdır. Ezelden ebediyete robotlaşmış yaşam kaderciliği artık geçerlidir.
Ortadoğu’da tarih, toplumsal yaşamın tüm geliştirici güçleriyle karşıtlarının en çok boğuştukları bir zincirin halkaları gibidir.
Ortaçağın ortalarında bu zincir kopmuşa benzemektedir. Yeni halka nasıl eklenip yükselecek? Avrupa’da gelişen uygarlığı bir rakip gibi değil, bir yardımcı gibi gördüğümüzde, o duruma getirdiğimizde, önemli bir adım atılmış olacaktır. Uygarlıklar sadece birbirleriyle savaşmazlar, çokça dost da olurlar. Ama mutlaka, gerektiğinde beyinlerini buldozerle sürerek, yüreklerini cesur ve özgürce her şeye açarak, kendi rönesansını bir kez daha tüm insanlık adına ve biraz da soy değerlerine yaraşırcasına gerçekleştirerek, çoraklaştırılmış toprakları kutsal yaşam alanlarına çevirmiş olacaklardır.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER