SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA I CİLT (132.BÖLÜM)
e- Demokratik uygarlık çağı, halkların yeniden doğuşu kadar ve belki de daha belirleyici olarak kadınların doğuş çağıdır . Neolitik toplumun doğurucu tanrıça gücü olan kadın, sınıflı toplum tarihi boyunca sürekli yitirmeyle karşı karşıya kalmıştır. Tarih bir anlamda yükselen sınıflı toplumla birlikte güç kazanan egemen erkeğin tarihidir. Egemen sınıfsal karakter, egemen erkek karakterle birlikte oluşur. Burada da geçerli kural, mitolojik yalanlar ve ilahi cezalandırmalardır. Bunun altında ise çıplak kaba zor ve sömürü gerçeği vardır. Toplumun egemen erkek karakteri, günümüze kadar kadın olgu sunun bilimsel değerlendirmesine bile fırsat tanımamıştır. Dinden çok tabusal bir alan sayılmaktadır. Namus adı altında, aslında erkeğin en sinsi, en hain ve zorbaca gasp ettiği kadın gerçekliği ve hakları gizlenmektedir. Kadının tarih boyunca kimliği ve kişiliğinden yoksun bırakılarak sürekli erkeğe tutsak edilmesi, sınıfsallaşmadan daha olumsuz sonuçlara yol açan bir olgudur.
Kadının tutsaklığı genel köleliğin, düşüşün bir ölçüsüdür; toplumda yaygınlaşan yalanın, hırsızlığın ve zorbalığın bir ölçüsüdür; her tür kirlenmenin, uşaklığın ölçüsüdür. Bu tarihin tersine çevrilmesinin en derin toplumsal sonuçları beraberinde getirmesi kaçınılmazdır. Kadının özgürce yeniden doğuşu, toplumun tüm alt ve üst kurumlarında genel bir özgürleşmeyi, aydınlığı ve adaleti zorunlu kılacaktır. Savaşın yerine barışın daha değerli olduğuna ve yüceltilmesi gerektiğine ikna edecektir. Kazanan kadın, her düzeyde kazanan toplum ve birey demektir. Bu kısa çerçeve bile kadın hakları ve özgürlükleri alanında demokratikleşmenin ne kadar tarihsel olduğunu açıkça göstermektedir. 21. yüzyılın bu anlamda uyanan, özgürleşen ve güçlenen kadının çağını başlatması, sınıfsal ve ulusal kurtuluştan da önemli bir olgudur. Demokratik uygarlık zamanı, her dönemden daha fazla kadının yükseldiği ve kazandığı bir çağ olacaktır.
Erkek egemen bir kültürün ihmal ettiği bir konu da, çocuk ve yaşlılara karşı sorumsuz ve bilinçsiz tavrıdır. Bunlar bir nevi ikinci ve üçüncü kadın durumuna indirgenmişlerdir. Çocuklara karşı zalim ve duyarsız bir dünya dayatılmıştır. Erkek egemen sistem onların psikolojisini ve dünyasını hiç hesaba katmadan, en hoyrat, eşitlik ve özgürlük değerlerinden uzak, yüce hayallere hep ihanet eden kendi bitmiş kişiliklerini ve dünyalarını olduğu gibi çocuk zihnine ve beynine gece gündüz pompalamaktan korkmaz, endişe etmez ve acı duymaz. Çocuklara yaklaşımı sanıldığından daha fazla yanlışlık ve tehlikelerle doludur. Bu gerçeklik aileden okula, sokaktan oyun yerlerine kadar hakim ve kurumsallaşmıştır. Çocuk dünyasına kabuslar hakim kılınmıştır. İhtiyarların dünyası da buna benzer bir anlayışsızlıkla kuşatılmıştır. Evlatlarıyla aralarında adeta çelikten bir duvar örülmüştür. Sınıflı toplumun geliştirdiği bir duyarsızlık da bu alandadır. Tarih bu alanda da ağır hükmünü icra etmektedir. Genel vicdansızlık ve duyarsızlık ihtiyarlık sürecinin çilesini artırmaktadır. Demokratik toplumun bu iki alanı da yeniden düzenlemesi kaçınılmazdır. Yaşam sadece toy ve hoyrat gençlikten ibaret değildir. Çocukların, hiçbir zaman ihanet edilmemesi, hep saygı gösterilmesi ve gereklerinin yerine getirilmesi gereken bir özgün dünyaları vardır. Bu dünyaya ihanet edilmesi topluma çok değer kaybettirmiştir. Yaşlıların ise, hayat tecrübesinin süzgecinden geçmiş bilgece bir dünyaları vardır. Bu dünyanın derslerini almayan bir toplumun sağlıklı düşünmesi ve yaşaması mümkün değildir. Bu nedenle çocukluk ve ihtiyarlık tüketen dünyalar değil, zenginleştiren, üretken dünyalardır. Bu iki dünyanın da, demokratik toplum koşullarında özgün konumlarının gerekli kıldığı özgürlük ve hakları temelinde yeniden kurumsallaşarak kazanılması, çağdaş uygarlığın kaçınılmaz bir görevidir. Demokratik uygarlık, aynı zamanda çocukların ve ihtiyarların sevgi ve saygıyla anıldığı, toplumla bu bilinç ve ahlaki tutumla bütünleştiği çağdır.
f- Demokratik uygarlık çağı, insan hakları ve bireyselliğin en çok yükseldiği ve yeni yaşam tarzının ayrılmaz özellikleri haline geldiği bir dönem olacaktır. Dogmaların ve ütopyanın gölgesi altında daha çok kaybeden insanlık ve bireyin kendine gelmesi uzun bir tarihi sürece dayansa da, en çok Rönesans’la tarihi bir adım atmış, fakat kapitalizmin bireycilliğinde tekrar yitirmeyle karşı karşıya kalmıştır. Ancak 20. yüzyılın bilimsel-teknik devrimleri, insanlığı ve bireyi daha olgun bir hümanizmaya ve bireyselliğe de zorlamaktadır. Sadece insanlığa ve bireye karşı dehşetle kaybettirilen bir ihanet ve kanlı yüzyıl değil, bilimin bilinciyle ve tekniğin olanaklarıyla yeni hümanizm ve bireysellik vazgeçilmez yükselen değerler olarak kazanılmak ve hakim kılınmak durumundadır. İnsanlık tarihi kadar eski ve toplumun oluştuğu çağlardan beri sürekli büyüyen bir umut olan insanlık ve bireyselleşme, ilk defa sağlam bir maddi zemin ve bilimsellik sayesinde gerçekleşebilecek bir çağı yakalamıştır. Sürekli etnik, dini ve milli özelliklerle bölünen insanlık, artık ortak teknik, bilim ve demokrasi diliyle bütünleşmek durumundadır. Bunun olanakları gerçek bir hümanizmayı besleyecek zenginliktedir.
Enternasyonalizm hiçbir dönemde kıyaslanmayacak kadar yaşanabilecek ve vazgeçilmeyecek bir kurum haline gelmiştir. İnsan hakları sadece hukukun en gözde alanı haline gelmekle yetinmeyip, bireysellik alanında da gerçekçi ve toplumla optimal dengeyi yakalayacak bir bilince erişerek kurumsallaşmaktadır. Gerektiği kadar toplumsallık ve gerektiği kadar bireysellik, çağdaş yaşamın merkezine ilk defa hukukla oturmuşlardır. Tarihin belki de en anlamlı gelişmesi, toplumsallıkla bireyselliğin optimal durumunun ilk defa gerçekleşmeye yüz tutmasıdır. O halde yalnız başına bu nedenle bile demokratik uygarlık dönemine gerçek hümanizm, insan hakları ve bireysellik çağı demek yerinde ve doğrudur.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER