SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA I CİLT (124.BÖLÜM)
h- Doğu düşünce çizgisi farklı bir rota çizmiştir. Ya kendini tanrılaştırmış ya da çok güçlendirilmiş tek tanrılı düşünceye doğru evrim göstermiştir. Ortadoğu düşüncesindeki tek tanrılı dini evrim, ekonomik ve siyasi gücün merkezileşmesinin bir yansımasıdır. Çok katılaşması, mutlak uyulması gereken tanrısal emirler ve inançlar olarak yasalaştırılması, Ortadoğu’nun ve tüm Doğu’nun gerilemesinde başrolü oynamaktadır. Aslında bu biçimiyle Sümerlerden bile çok geri bir kişilik yapısına bürünmektedir. Sümer tanrıları fazla katı ve yasalı değildir. İnanmak, herhangi bir cezayı veya moral zayıflığını doğurmamaktadır. Belki de Greklerden daha yumuşak ve insancıl bir din-tanrı anlayışı söz konusudur. Asıl katılaşma, çöl kabileleri olan Semitik Amoritlerin Sümer kentlerini işgal etmeleriyle başlamıştır. Akad-Babil-Asur çizgisi, ekonomik ve siyasi gücün çok aşırı şiddet temelinde sağlanmasıyla birlikte din ve tanrı anlayışında tekleşmeye; cezalandıran, yani ağır basan tanrı anlayışına götürmektedir. Ticaretin artan önemi sert yasaları gerektirmektedir. Kabile birliği de bu gelişmede önemli pay sahibidir.
Esas olarak Semitik kökenli kabilelerin genel tanrısı olarak El inancı, bu gelişmelerin sonunda Hz. İbrahim’le başlayıp Hz. Muhammed’le sona eren güçlü ve doksan dokuz sıfatı sayılan “Allah” kavramına kadar gelişme göstermektedir. “Allah” aslında Arabistan yarımadasındaki en az on bin yıllık kabile merkeziyetçiliğinin bir düşünce yansımasıdır. Semitik kabilelerin genel güç sembolüne dönüşünceye kadar birçok aşama kaydetmekte, Hz. Muhammed’le zirveye ulaşmakta, tüccar toplumun ideolojik kimliği olarak kesin biçimini almaktadır. Milliyetçi yanı ağır basan bir tanrıdır. Sami ve Arap toplumsal gücünün en üst ideolojik yansımasıdır. Tanrı olarak Allah, doğa gücünün ifadesi olarak kullanılmakla birlikte, esas olarak toplumsal gücün en üst düzeyde ideolojik temsilini yapmaktadır. Kavramın hem köleleştirici hem özgürleştirici özellikleri iç içedir. İnsanları tanrı-krallardan koparmakla ilkçağ köleciliğine karşı çıkarmaktadır. Soyut bir tanrı fikrine bağlanmak, tanrı-kral tapımına göre ileri ve özgürlüğe hizmet eden bir adımdır. Ama genel kulluk düşüncesini güçlendirdiği için de feodal koşulların bağımlılık tarzını yeni bir düzeyde sistemleştirmektedir. Ortaçağda güçlenen feodal sistemin temel ideolojik kimliği olmakta, Arap toplumunda en hakim sınıf haline gelen tüccarın zihniyet ve maddi çıkarlarını en iyi biçimde dile getirmektedir. Hz. Muhammed’in geliştirdiği tanrı kavramı olarak Allah, Grek felsefi düşüncesiyle Yahudi ve Hıristiyan din düşüncelerini kendine miras almakta, ama toplumsal koşulların gerekli kıldığı dönüşümleri sağlama gücünü de temsil etmektedir. Allah bir nevi ortaçağın feodal manifestosudur, temel yasası ve bildirgesidir. Hz. Muhammed’in İslam’ı son din olarak ilan etmesi önemli bir öngörüdür.
Aslında din ve tanrılar çağının sonuna gelindiğini açıklamaktadır. Sanıldığının aksine Hz. Muhammed’de Allah kavramı dine yakın olmaktan çok, bilim ve felsefeye daha yakın bir kavramdır. Allah insana şahdamarından daha yakındır, ezeli ve edebidir, yaratandır, yaratılmamıştır, her şeyin sahibidir vb. bir yığın niteleme diyalektik yasalara hayli yaklaştığını göstermektedir. Bir nevi tüm doğa ve toplum yasalarının bir toplamı olarak tanımlanmaktadır. Donmuş veya Sümer ve Grek tanrıları gibi hep kadınları istismar eden, insanları zorla hizmetçi kılan bir aşamayı çoktan geride bırakmıştır. Oturmuş, güçlenmiş bir toplumun kapsamlı yasal gücü haline gelmiştir. Önemli bir ilerlemeyi temsil ettiği açıktır. Ortaçağdan günümüze kadar yapılan ‘tanrı var mı yok mu’ tartışması bir çarpıtmadır. Sorunun böyle konulması yanlıştır. Doğrusu, tanrının nasıl bir toplumsal yansıma olduğuna, neyi temsil ettiğine, nasıl evrim geçirdiğine ve sonuçta neye dönüşmek durumunda olduğuna dair yaratıcı bir tartışmanın geliştirilmesi gerektiğidir. Daha doğuda, Hint’te ve Çin’de verilen yanıt, tanrı-kral düşüncesi ve tapımıdır. Batı’da ise onu yere indirerek insanların arasına katmak biçiminde bir yakınlaştırma yolu esas alınmıştır. Bu yol en sonunda bilime ve demokratik yönetime götürmüştür.
Ortadoğu’da ise, kökenin güçlü oluşu nedeniyle, toplumun başı üzerinde sürekli Demokles’in kılıcı gibi tutulmuş; Ortaçağ feodalizminin koşullarına en uygun hale getirilerek egemen sınıfın ideolojik hakimiyetini perçinlemiştir. İslam’ın Sünni yorumu resmi teolojiyi ifade etmekte ve yükselen tüccarla toprak aristokrasisini temsil etmektedir. Buna karşılık Ehlibeyt maskesine sığınan tüm Batıni, Şii, Alevi mezhep ve tarikatlar, ezilen ve sömürülen yorumunu teşkil etmektedir. Kökenleri neolitik topluma kadar dayanan bu yarı gizli akımlar, sınıfsal ve etnik mücadelenin ortaçağ biçimini oluşturmaktadır. Ortaçağa özgü kavimsel ve sınıfsal mücadele ancak bu tarikat örtüleri altında olabilmektedir. Çok büyük mücadeleler vermelerine ve etkinlik kurmalarına rağmen, kalıcı olamamalarında sınıfsallaşmanın henüz çağını doldurmamasının yanı sıra, katliamlar ve yozlaşmalar da rol oynamaktadır. Ortadoğu’da zihniyet yapısı esas olarak İslamiyet’in olgunluk dönemi de diyebileceğimiz M.S 8-12. yüzyıllardan sonra büyük bir ge rileme sürecine girmiştir. Batı’da bilim ve Rönesans temelleri atılırken, Ortadoğu’da zihnen en tutucu ve gerici aşamaya girilmektedir. İlkesiz ve yalnız askeri güce dayalı bir yaşam her tarafa hakim kılınmaktadır. Herhangi bir felsefi moral ilkeye dayanılmamaktadır. Feodal savaş ağalığıyla bütünleştirilmiş bir İslam günümüze kadar etkili olabilmektedir.
i- Bu genel durum bir ideolojik devrimi zorunlu kılmaktadır. Fakat şunu da unutmamak gerekir ki, tüm sağ ve sol çağdaş akımlar da aslında ortaçağ ideolojik kimlik ve kişiliğini aşmayıp aşındırdıklarından ötürü, sahte ve yapay olmaktan kurtulamamaktadır. Ortadoğu’nun ideolojik kimlik savaşı olduğu gibi durmaktadır. Geçirdikleri milliyetçi, komünist, hatta yeni İslamcı zihniyet kimlikleri ortaçağ kişiliğinin aşılmasına dayanamadığı için, hiçbir yeniliğe yol açamamaktadır. Ortadoğu’da öncelikle gerekli olan, gerici ideolojik kimlik ve kişilikten boşanmadır. Bu yapılmadan, feodal karıya ancak bir burjuva kadın ilave edilmiş olur. Yapılan biraz da budur. Sonuçların iki yüz yıldır başarısız olduğu açıktır. Uygarlık çözümlememizde yapmaya çalıştığımız, hiç olmazsa sorunun doğru ortaya konulmasına katkıda bulunmaktır. O da yalnızca tanımlama düzeyinde bir girişim olmaktadır. Ortadoğu’yu tarihi kapsamı içinde tanımadan, el atılacak her sorun başa daha büyük sorunlar açmaktan öteye bir sonuç vermez. Yapısından ötürü bu böyledir.
Bir İran-Irak savaşı, Arap-İsrail savaşı, Arapların kendi aralarındaki çelişkileri, Ermeni trajedisi ve Kürtlerin herkesle trajedinin de ötesinde insan onurunun en gerisinde tutulma savaşları bu gerçekliği yeterince kanıtlamaktadır: Bölgenin sorunları birleşik kaplar misali birbiriyle bağlantılıdır. Birlikte ve tarihsel temelinin sağlam çözümlenmesiyle yeni bir başlangıç yapılabilir. Milliyetçi, yeni İslamcı, solcu klasik yaklaşımlar sorunları daha da içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Ancak bu platformların aşılması yeni çözümlere yol açabilir. Çözümlememizin vardığı bu sonuçlar; demokratik uygarlığın eşitliğe ve özgürlüğe daha yakın bir akımı olan ve neolitik toplum döneminden beri çakılıp kalmış bulunan halklar seçeneğini, sınıflı tarihin tortularından temizleyerek ve çağdaş anlamda yeniden oluşturarak, bilim ve tekniğe dayalı demokratik bir hareket olarak somutlaştırmaktadır. Bir kez daha yeni bir uygarlığa, ama eşitlik ve özgürlüğü esas alan bir uygarlığa doğru, tarih doğuran topraklardan ve bu topraklar üzerinde yaşayan halklardan başlayan tarih, güçlü bir umut olarak gündemimize oturmuş bulunmaktadır. Bir rönesans tutkusuyla buna sarılmak ve başarmak, karşılaşılan her acıya katlanmaya değerdir.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER