SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA CİLT II (207.BÖLÜM)
b- Kürtler ve Kürdistan genelinde yeni bir tarihi dönem anlamına gelen bu yılların PKK’sini daha somut olarak değerlendirmek, hatta tanımlamak, doğruyu yakalamamız açısından büyük önem taşımaktadır. Başta ideolojik doğuşta taşınan reel sosyalizm ve düzen alışkanlıkları, bu yeni gelişme döneminde adeta maskesini atarak gerçek yüzüyle kendini göstermeye başladı. Sınırlı özümsenen ideoloji bir tarafa bırakıldı. Geleneksel kimlik, ele geçirdiği silah ve yetki fırsatçılığıyla adeta Nemrut türü bir kişiliğe büründü. Pusuda yatan feodal yanı ağır basan kişilikler, hareket alanında etkili olan ilkel milliyetçi eğilimden de güç alarak, kendilerini alabildiğine hakim kılma sevdasına kapıldılar. Hareketin başlangıçtaki dürüst, sınırlı donanımlı yoksul köylü kadroları gerekli atılımları yapamadıkları için, arkasına ilkel milliyetçiliği alarak yükselen feodal kişilik daha da cüret kazanıyordu.
Hareketin Önderlik çalışmaları ve inanılması güç bir emeğin ürünü olan kazanımları üzerine tam bir feodal gaspçı gibi yükleniyorlardı. Yüzyıllarca yetkiye dair yaşadıkları susuzluk ve sahte komutanlık, biraz olsun varolan akıl düzeyini de ellerinden alıyordu. Bunların harekete özde ve dürüstçe bağlı olan sınırlı kadro yapısının geri kalanlarını da feodal komploculukla ortadan kaldırmayı planlı bir eylem haline getirdikleri çok geç anlaşılacaktı. Dörtlü çete diye tabir edilen eğilimin, hareketin dürüst kadro sembolü olan Agit’in (Mahsum Korkmaz) şehit olmasından beri, henüz tam aydınlatılamayan karanlık çabalar içinde oldukları anlaşılıyordu. 1987-88 yılları arasında bu çetenin pratiğe damgasını vurduğu bir dönemin yaşandığı doğruluk kazanmıştır. Başlangıçta inanılması bile güç ve ‘ancak çeteler yapabilir’ denilen bir eylemcilik anlayışı çizgi haline geliyordu.
Hareketin ideolojik, moral, kural, sorumluluk ve dürüstlük ölçüleri tamamen bir tarafa bırakılarak, hiçbir savaş kuralında olmayan, kimin yaptığı belirsiz olan bir tutum, bir hastalık gibi gerilla gücüne bulaştırılıyordu. Açığa çıkmasın diye, çatışma süsü verilerek dürüst kadroların öldürülmesine kadar gidilebiliyordu. Şehit Hasan Bindal olayının 1990 başlarında gerçekleşmesi ve çok açık olan komplo yönü, aklın başa alınması gereğini ortaya koyuyordu. Bu sadece bir işaretti. Bu anlayış, zorunlu olmadığı halde, daha önceleri birçok çocuk ve kadının ölümünün de bilinçli ve açık sorumlusuydu. Kendi önünde engel olarak gördüğü en değerli yoldaşları bile gözünü kırpmadan öldürtmeye yatkın bir kadro, bir eğilim çılgınca bir gelişmeydi, ama gerçekti. Bunlar epey mesafe almışlardı. Yapı büyük oranda suç ortağı haline getirilmişti. Sorumlu olması gereken eski merkezi kadroların varolanları üç maymunları oynuyorlar; “duymadım, görmedim, bilmiyorum” diyorlardı.
Önderlik olarak ne kadar tarihi hamle yapılsa ve destek sunulsa da, bu anlayışın sahipleri çok alçakça ve fazla değeri de olmayan keyfi tutumları için boşa çıkarmayı zevk haline getirmişlerdi. Ana kuzularını, bin bir emeğin ürünü gençleri grup grup, hiç gerekmeyen ve planlı olmayan eylemler için, belki de bir paket sigara veya fazladan bir kutu yiyecek için ölüme gönderiyorlardı. Adam yeme makinesi haline gelmişlerdi. Bir çiçek gibi karşılanması gereken genç kızlar bir yük gibi hor görülüyor, şahıslarında özgürlük tutkularının canına okunuyordu. Fırsat bulduklarında ilkelliği dayatmaktan geri kalmıyorlardı. Çok sıkıştıklarında ya devlete ya ilkel milliyetçi karargaha kapağı atıyorlardı; hatta kaçışlarıyla Avrupa’yı da yol geçen hanına çevirmişlerdi. Kendini eğitmek şurada kalsın, bin bir emekle geliştirilen eğitim malzemelerini taşların altına doldurmuşlardı. Örgüt disiplini, ilk yıkmaları gereken işlerdendi. Başına buyrukluk, kendine hizmet ettirme, o lanetli bin yılların egemen sınıf güdüleri, en ilkel halleriyle saflarda egemen oluyordu.
Bu anlamda tüm tedbirlere rağmen, PKK 1987-97 döneminde aslında özünü de, biçimini de önemli oranda yitirmişti. Doğrudur, PKK’nin bir kitle temeli vardır. Büyük kahramanlıkları olmuştur. İlk ölüm oruçları şehitlerini vermişlerdir. En zor koşullarda onurlarını korumuşlardır. Ama hem cezaevinde hem dağda hem de Avrupa’da farklı, o çok aşağılık egemen sınıf güdülerinin tatmini için büyük atağa kalkmışlardı. Her tür oyun ve cinayet onlar için ustalık sanılıyordu. Dökümü tam yapılmamakla beraber, bilinçli olarak yanlışın dayatılmasıyla, gerçek partili kadro ve örgüt üyesi olabilecek gücün yüzde doksanının bu anlayışın kurbanı olduğu rahatlıkla ileri sürülebilir. Ayrıntılı araştırmalar gerçeği daha çok ortaya çıkaracaktır. PKK’nin her düzeyde itibar kaybı, Önderlik komplosunun gelişimi ve yaşadığı ezici kadro, savaşçı ve sempatizan kayıpları kadar; sınırsız araç gereç, lojistik ve kitle kaybı da büyük oranda bu anlayışla bağlantılıdır.
1998’e gelindiğinde, Şemdin’in kaçırılması ve sonra yakalanması da, PKK’nin sözde kalan merkezinin ne durumda olduğunun önemli bir göstergesiydi. Savaş da olsa, bu tür ihanetlere hala ortam ve koşul sunan bir yönetim, aklını ve kişiliklerine saygıyı ne kadar başına ve vicdanına topladığını iddia edebilir? Daha kapsamlı bir eleştiri sözde askeri çizgi için yapılabilir. Hiç de az olmayan askeri olanaklara, muazzam elverişlilik arz eden ortama, lojistik ve kitlesel desteğe rağmen, en basit bir meşru savunma hattını tutturamayan bir gerilla gerçeğine, özellikle önderlik ve komutanlık konumuna ne denilebilir? Ufuklu bir çizgi ve askeri anlamı olan bir eğitim ve örgütlenmeden kaçış, geniş olanaklar ortamında bazen turist yaşamını bile geriden izleyen bir tembellik, hazırı bile bir hiç uğruna kaybettiren özden yoksun komutanlık, kendine ne kadar askeri kişiliği yakıştırabilir? Bir meşru savunma savaşı için ideal tüm özellikler ve koşullar bir arada toplandığı halde, en elverişli bir dağda öz savunmayı bile bilmek istemeyen ve baştan savan bir komutanlık ne kadar ciddiye alınabilir? En cesur insanları bile yük gibi değerlendiren bir komutanlık, pratik merkez ne kadar iddialı olabilir? Açık ki, ucu ister devletlere, ister Avrupa’ya, ister ilkel burjuva milliyetçiliğine dayansın; çeteci eğilim, örgüt, komutanlık, eylem çizgisi ve yaşam tarzına damgasını vurmuştur.
Önderliği asıl boğuntuya götüren, örgütün bu duruma sokulmasıydı. Kendim dışarıdayken, 1998 sonlarında VI. Kongre sürecine yakın şu konuşmaları yaptığımı çok iyi hatırlıyorum: “On sefer kazanılabilecek bir meşru savunma savaşını bu hale getiren lağım farelerinin ve yarasaların zihniyetine karşı ben ne yapayım?” Örgüte karşı yenilmiştim. Çete eğilimi, yapıda o kadar duyarsız, sonuç almaktan uzak bir durum yaratmıştı ki, yenilgi asit gibi içimi eritiyordu. Bir İtalyan gazetesine gayri ihtiyari “Artık örgütten istifa ediyorum” diyecek noktaya gelmiştim. Daha sonraki itiraflarında, Şemdin Sakık, “Bu süreci ben yarattım” diyecek kadar iddialı ve belgeli konuşacak, hatta mahkemeden gizli oturum talep edecekti. Sürecin içyüzü bilinmiyor. Kürt halkının başına tarih boyunca gelen felaketlerin bir benzeri daha kendini gösteriyordu.
Kürt gericiliği intikamını alıyordu. Yıllarca dışarıdan, devletlerle anlaşarak yapamadığını, içerden, hem de PKK’nin altın değerinde olanaklarını yok ederek, adeta PKK’yi kör taşa vurarak kendini tatmin ediyordu.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER