SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA CİLT II (290.BÖLÜM)
3- Avrupa Hukuku, Türkiye Cumhuriyeti ve Kürt Sorunu Türkiye Cumhuriyeti , Avrupa ile ilişki ve çelişkileri içinden doğmuştur. Kurucu öğe olarak kemalizm, bir Avrupa uygarlık modelidir. Kurucu Mustafa Kemal Atatürk çağdaş uygarlık hayranıdır. Cumhuriyeti doğuran antlaşma, başta gelen Avrupa devletlerinin imzasıyla onaylanan Lozan Antlaşması’dır. Cumhuriyet felsefe ve kurumsallık açısından Batı uygarlığını rehber edinmiş; birçok hukuk metinlerini olduğu gibi bünyesine aktarmıştır.
20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de temel kurumlarına üye olmuştur. NATO’nun önde gelen askeri bir üyesidir. Temel siyasi teşkilat olan AK’ye 1950’lerin başlarında girmiştir. Ekonomik örgüt olarak OECD’nin de üyesidir. Halen AB’nin aday üyesidir. Türkiye demokratikleşmenin birçok şekli şartlarına sahip olmakla birlikte, demokrasinin özüne ve hukukuna ilişkin gerekli adımları atmakta tutucu davranmakta, 19. yüzyıl cumhuriyetçiliğiyle yetinmek istemektedir. Bu durum çağdaş Avrupa’yla uyuşmamasına yol açmaktadır. Bunun altında yatan temel etken ise, Kürt sorunundan duyulan korkudur. Bu korku şimdiye kadar ya inkar etme ya da sert bastırma yöntemiyle sorunu çözümsüzlüğe itmiştir. Böylece korkuyla sorunun unutulacağı sanılmıştır.
Fakat patlak veren PKK önderliğindeki eylemlerle sorun gündemin temel maddesi haline gelmiştir. Çözümsüzlük nedeniyle de Türkiye’nin bütün sorunlarını kendine bağlamış ve içinden çıkılması zor bir bunalım dönemine yol açmıştır. Büyük acılara, göçertmelere ve 40 bini aşkın insanın ölmesine rağmen, sorunun halen basit bir ‘terör sorunu’ olarak görmede ısrarlı olunmakta ve özüne girilememektedir. Bu durum Türkiye Cumhuriyeti tarihinin her alanı kapsayan ve artık bir kriz halini alan en ağır sürecine dönüşmüştür. Kürt sorunu cumhuriyet açısından ya çözümlenerek ilerleme, ya da batakta daha da debelenerek çürüme nedeni haline gelmiştir.
Türkiye’nin 2000’ler krizi sanıldığından daha fazla derinlikli ve boyutludur. Mali boyut güncel olarak orta sınıfı da kapsamına alıp sarstığından ötürü medyalaştırılmaktadır. Sözcülerinin çok olması, birinci sorun olarak işlenmesine neden olmaktadır. Krizin mali boyutu genel bunalım ve krizin sadece bir parçasıdır. Ayrıca neden değil, bir sonuç krizidir. Aylardır dünya çapında istenilen mali destek sunulduğu halde ağırlaşarak devam etmesi, bir sonuç krizi olduğunu doğrulamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin bu durumu, Osmanlı İmparatorluğu’nun son 70 yılında içine girdiği mali krize çok benzemektedir. Zamanında özlü ve iç dinamiklerle gerekli reformlar düzenlenemediğinden, Sultan III. Selim ’in zorla devrilmesi ve Sultan II. Mahmut ’un reformlarının yüzeysel kalması, ayrıca savaşların çok güç yitirmesine yol açması, tarihi bir fırsatın kaçırılmasına yol açmıştır.
Bu yıllarda Rusya ve Almanya’nın imparatorluk bünyesinde yaşadığı reformlar daha başarılı sonuçlar vermiştir. Sultan Mahmut’un ceberut karakteri ve Avrupa kültüründen fazla etkilenmemiş olması, en azından bir Japonya tarzı dönüşüm yaşanmasına imkan vermemiştir. Ondan sonra gelen Sultan Abdülmecit döneminde alelacele ilan edilen Tanzimat Fermanı , içtenlikten yoksun olduğu ve birkaç bürokratın günümüzdeki marifetine benzediği için kalıcı sonuç vermemiş; imparatorluğun dönüşüm şansını yitirmesiyle sonuçlanacak bir yola girmesine yol açmıştır. İlk defa Kırım Savaşı’yla birlikte borçlanma sürecine girilmiştir. Avrupa karşısında reformlar yine günümüzde görüldüğü gibi halk ve ülkenin çıkarı için değil, para bulmak için bir koz olarak kullanılmıştır. Böyle ikiyüzlü ve içtenlikten uzak bir reformculuk anlayışının bunalımı ve çözülüşü daha da derinleştirmesi doğaldır. Reformlar çözüm için değil, torpil karşılığı yapılmaktadır. Adeta ‘ne kadar para o kadar reform’ denilmektedir. Bu durumda sonucun iflas ve dağılış olması kaçınılmazdır.
Dağılmayı önlemek için özellikle II. Abdülhamit ’in başvurduğu tepeden inmeci baskılarla birlikte, zorunlu bazı değişimler imparatorluğun dağılışını önleyememiştir. İttihatçıların benzer politikaları aşırı bir milliyetçilikle uygulamaları da benzer akıbeti paylaşmıştır. O nedenle bir iflas ve tasfiye kurumu olarak devreye giren Düyun-u Umumiye rejimiyle günümüz IMF temsilciliği tıpatıp birbirine benzemektedir.
HALKLAR ÖNDER ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER