SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA I CİLT (141.BÖLÜM)
İslamiyet başta olmak üzere benzer konumda olan geleneklerde ise, bir kelime değişikliği halen en büyük günah diye işlenebilmektedir. Bu durum zihni yapıyı korkunç bir biçimde tutsak etme oyunudur. Tarihte yaratıcı peygamberler de dahil, hiç kimse ve dönem için din bu denli yozlaştırma aracı olmamıştır. Din bu biçimiyle kutsallık adına tarihinin en gerici ve lanetli konumuna düşürülmüştür. Hiçbir siyasi veya manevi otoritenin dini bu biçime düşürmeye hakkı olamaz. Kendi toplumunun hafızasını felç etmede ve zehirlemede bundan daha tehlikeli bir uygulama düşünülemez. Ortadoğu toplumları, özellikle son bin yıllık dönemde, bu tehlikenin artarak devam etmesinin etkisini yaşamışlardır. Zihni şişiren, keçeleştiren, dolayısıyla ruhsal gelişmeyi kurutan ve boş kılan bu en tehlikeli ideolojik biçimlenme, günümüzde belki de farkında olunmayan gerici kaynakların başında gelmektedir. Üzerinde doğru çalışma yapılmadığı için, bunun toplumu nasıl ve ne kadar felç ettiği kestirilememektedir.
Çünkü en laikleri de dahil, bütün merkezi ve yerel otoriteler en kolay yönetim ve sömürü aracı olarak bu konuyu kullanmaktadır. İslamiyet doğuş ve yayılma aşamasında iken bile sürekli gerekli reformasyona uğratılmıştır. İran’ın Şialığı, Kürtlerin Aleviliği, Türklerin Bektaşiliği ve Mevleviliği, benzer çok sayıda tarikat ve mezhepleşme aslında reformasyondur. Bu süreç M.S 1100’lerde donduruldu ve statüko temelinde daha da katılaştırılarak günümüze kadar getirildi. Tehlikesi, içinde ne kadar doğru veya yanlışının olması değildir; özgür düşünmeyi durdurması, bireyselliği yok etmesidir. Özgür düşünemeyen ve bireysel yaşamayı hayal edemeyen insanın yaratıcılığı ölmüş demektir. Bu bireyden örülü toplumların hayat kaynakları kurumuş demektir. Ortadoğu toplumları için en büyük felaket, bu durumun çok güçlü bir biçimde ayakta tutulmasıdır. Bundan tüm talancı iç ve dış zorbalar yararlanabilir. Ama toplum ve ülke yaratıcı değerini kaybettiği için, sürekli yoksunlaşmaktan ve kurumaktan kurtulamaz. O halde hem çok geciktirilen dindeki reformasyonu sonuçlandırmak hem de daha önemli olan özgür bireye yol açmak için, dini dogmayı tümüyle çözen hamleyi başarmalıyız.
Bunun yolu bütün kutsal kitapları bir edebi kaynak olarak değerlendirmek, sosyolojik ve ahlaki çözümlemelerle özgür bir ahlaka doğru dönüşümden geçirmektir. Bireye dayatılan bir dogma olmaktan kesin çıkarmak gerekir. Bununla bağlantılı ibadet biçimleri yerine, tüm halkın anlayabileceği bir dille kutsal kitapların ve eklerinin tarih, sosyoloji, siyaset, ekonomi, sömürü, özgürlük, bilim, ilerilik, gerilik, materyalist diyalektik, idealist metafizik, ahlak vb. konularla ilişkileri temelinde derinliğine çözümlemeler geliştirmek esas alınmalıdır. Ayet ve sünnet yorumlamalarını bu temelde geliştirmek gerekir. Bununla kuru ve düzen propagandasını yapan vaaz düzenlerini kastetmiyoruz. Köklü bir reform öngörülüyor. Camiler ve benzeri yerler o yörenin bilim sanat merkezleri rolünü oynayabilmekte, soylu tiyatro eserleri oynatılabilmektedir. Unutmamak gerekir ki, namazın kendisi de ilk drama oyunlarının daha sonraki biçimidir. Namazın kendisi de genel anlamda bir tiyatrodur. Bu dediklerimizin softaca saptırılmaması çok önemlidir. Tekrarlıyorum; orucun, namazın, kurbanın, bayramların kaynağı araştırılsın. O zaman görülecektir ki, kökenleri halkların önemli mevsimsel zamanlarda yaptıkları gösterilerdir. İbadetler bu gösterilerin, tiyatronun ilk biçimlerinin (dram, trajedi ve komedya) daha sonra ihtiyaçlara göre dönüşmüş biçimleridir.
Dolayısıyla çağımızın ihtiyaçları göz önüne getirilerek zihni özgür bırakan, tarihi en derinliğine kavratan, sanat zevkine ulaştıran yararlı bir ahlakı mümkün biçimlere dönüştürülmelidir. Dönemine göre bir sosyalleşme tedbiri olan namaz, oruç, kurban ve dua törenlerinin hepsi bu temelde dönüştürülmelidir. O zaman doğuşunda bütün dinlerin kaynağındaki anlam daha iyi gerçekleşmiş olur. Bunun da en iyi yolu başta camiler olmak üzere, kutsal yerlerin halkın eğitildiği akademi ve tiyatro gibi sanatsal bir işleve kavuşturulmasıdır. Çevrenin en iyi bilimcileri, sanatçıları, bilgeleri orada ders vermeli, halkı eğitimsiz bırakmamalıdır. Diğer ibadet biçimleri için de benzer düzenlemeler gerekir. Tam bir vahşet halini alan kurban yerine, parasıyla yoksullara ve daha hayırlı işlere fon oluşturmak yararlı olacaktır. Oruç sınırlı olarak ve nefsi terbiye amacıyla uygulanmalıdır. Velhasıl tüm ibadet uygulamaları çağın ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmelidir. Bazıları “Allah nerede kaldı!” diyebilir. Onlara da şunu baştan beri söylüyorum: Sümer rahiplerinin tasarladıkları düşünce kimlikleri olarak sosyal gelişmeyle sürekli gelişmişlerdir. İbrahim’in El’i güçlenmesi gereken kabilesidir. Musa’nın Yehova’sı birleşmesi gereken İsrail, Yahudi kavmidir. İsa’nın Rabbi, o dönemin ezilenlerinin ilkel din ve vicdan sentezidir. Muhammed’in Allah’ı, ana kabilelerin birleşerek güçlenme ihtiyacını ifade eder. Bedevi kabilelerinin ortak tasavvurudur, birleşmiş Arap kabile gücüdür. Her topluluk kendini güçlendirdiği oranda, kendi Allah’ını yeniden tasarlamaktan geri durmamıştır.
Tarihsel ve toplumsal gerçeklik budur. Günümüzün Allah’ı ise bilimin özüdür. Allah, artık evrenselliğin diyalektiğinin temelinde kendi kendine işleyen, sonsuz değişime uğrayan ve uğratan her şeydir. Bundan daha yüce bir Allah fikri düşünülebilir mi? Ortadoğu’nun zihniyet yapısına musallat olan temelsiz ütopyacılığın da parçalanması gerekir. Yine daha çok Sümer ve Mısır rahip yaratımları olan cennet ve cehennem, sırat, mahşer, kurtarıcı bekleme, üstün ulus, ak-kara türü ütopik hayalleri terk etmek gerekir. Bencilliği bu kadar idealize etme, görülmemiş sömürü ve baskı biçimlerine yol açmaktadır. Dogmaların gücü gibi, ütopyaların gücü de daha çok güçlüye alet olmak durumundadır. Bilimsel gerçekleşme olasılıkları dışında, ebediyete ilişkin ütopyalar zihni tutsak ve tembel ederler. Hele dinsel temelli oldu mu, daha dondurucu bir etkiye yol açarlar. Bilimsel-teknik temele dayalı proje ve fikir ne kadar gerekli ise, temelsiz olanları da o kadar sakıncalı ve gereksizdir. Ortadoğu kültüründe çok güçlü olan dogma ve ütopya gericiliğini kırmadan, rönesansı gerçekleştirmek mümkün değildir. Binlerce yıl öncesinin gelişmemiş bilim ve tekniğinin ürünü olan, ama bir o kadar da toplumsal eşitsizliğe zorlayan koşullara dayanarak geliştirilen tasarımları, halen en büyük kutsallık olarak ve anlamını da hiç bilmeden tapınma konusu yapmak, herhalde en büyük toplumsal ve bireysel hastalıktır. İlk elde bu hastalığı aşmadan bilincin, vicdanın ve ruhun kendine gelmesi beklenmemelidir. Birini sevdi diye 15 yaşındaki bir kız çocuğunu hemen katleden bir toplum kültürü korkunç hastadır. Unutmamak gerekir ki, hayatın her alanı böyle katledilmektedir.
Bir dönemler tanrı ve tanrıça hayallerini sürekli oluşturan bu topraklar ve kültür, gereken yaratıcı dönüşümü göstermediği için, artık hiç hayal yaratmayan bir kuru çöl ve çorak ülke ruhsuzluğuna yol açmıştır. İlham veremiyor, şiir yaratamıyor, aşkı geliştiremiyor. Çünkü çoktan fosilleşmiş, dogmaların ve ütopyaların elinde kurumuş, donmuş ve çorak ülke haline gelmiştir. Rönesans devrimi; bu toprakların tekrar yeşermesi, büyük aşklara ilham vermesi, destanlara yol açması, her tarafının cıvıl cıvıl ötmesi, yeni ve gerçekçi cennet rüyalarıyla uyanması demektir. Donmuş zihniyetin, kurumuş ruhun, kaskatı kesilmiş çarpık vicdanın, yitirilmiş adalet duygularının, her gün kendini yeniden yaratmanın yolunun açılması demektir. Bilimsel zihniyet için koşullar uygundur. Avrupa’nın kazanımlarından çok şey alınabilir. Teknik de hazırdır. Daha kolay edinilebilir.
Bu gerçeklikler Ortadoğu rönesansının şansını ve gücünü belirlemektedir. Geçmiş dogmalarını, geleceğin hayallerini bilimsel temelde çözümlerse, tarih tekrar bir çağlayan olur ve geleceğe gürül gürül akmaya başlar. Umut o zaman gerçekten güce dönüşür, sel olur akar.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER