SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA I CİLT (82.BÖLÜM)
E- SONUÇ YERİNE
Feodal uygarlık sisteminin temel niteliği ve tarihteki yeri önemini korumaktadır. Köleliğin çöküşündeki temel çelişki, köle emeğinin eski verimliliğini kaybetmesi ve yeni üretim ilişkileri önünde engel konumuna gelmesidir. Sermaye olarak insan sahipliği, köleliğin doğuş ve gelişmesinde sistemin dayandığı asıl faktördü. Ama sayıları üretimde kullanılmayacak kadar arttığında ve köleler efendi takımının tümüyle aylak işsizleri konumuna düştüğünde, sistemde çürüme kaçınılmazdır. Temel dayanak verimsizliğin nedeni olunca, çözülme hızlanacaktır. Buna pahalılaşan kent yaşamını ve savaşları eklemek gerekir. Nüfusu artan ve beslenmesi büyük sorun teşkil eden kentler, sistemin verimlilik döneminin ürünüydüler. Verimlilik durunca, çığ gibi çoğalmış ve büyümüş kentlerin varlığını sürdürmek giderek zorlaşmaktadır. Aşırı kentleşme ve pahalı yaşamı, çözülmenin en önemli nedenlerindendir. Savaşlar için de benzer durum söz konusudur. Başlangıçta ve yeni uygarlık alanlarını kazanmada verimli olan savaşlar, artık sınırları koruma ve isyanları bastırma aracına dönüşünce, astarı yüzünden pahalı kurumlara dönüştüler. Ordular istikrarın değil, kargaşanın gelişmesinde rol oynadılar; iç iktidar savaşlarının aracı oldular. Tarım arazilerinin büyük çiftlikler halindeki paylaşımı çiftçinin toprakla ilgisini kestiğinden dolayı, verimsizliğin diğer temel bir kaynağı oldular. Sistemin temel öğelerinde bu çözülmelerin genel bir bunalıma dönüşmesi, sağlam kalan kurum ve ilişkilerini de işlevsiz bırakacaktı. Kullanılamayan sermayenin çürümeye yol açmasına benzer durum her düzeyde yaşanmaktadır.
Artık iç isyanlarla birleşen barbar akınlarının sistemin sonunu getirmesi, dönemin beklenen kaderidir. Ne kadar sıkı bir devletçilik uygulansa ve baskılar artırılsa da, sistemin çözülüşü ve yenisinin doğuşu kaçınılmazdır. Ortaya çıkan yeni sistem, çöküş nedenlerine bir çözüm oluşturmak durumundadır. Üretimden kopmuş köleyi, işsiz askeri, kullanılmayan toprağı, ur gibi büyümüş kentleri, verimsiz savaşları ve güvensiz ortamı sorun olmaktan çıkarmak, yeni sistemin önceliklerindendir. Bunlar eskinin restorasyonuyla aşılacak sorunlar değildir. Kentlerden kırsala kaçış, büyük orduların dağılışı, savaşlardan kaçınma, oluşan daha dar, ama güvenli alanlar yeni sistemin gelişim yönünü belirlemektedir. Bir geri çekilmeye benzer durum yaşanmaktadır. Adeta neolitik topluma yeniden dönülmüş gibidir. Fakat bu görünüşte böyledir. Nüfusları azalsa da, kentlerin çoğu yaşamını sürdürmektedir. Büyük çiftlikler belli paylar karşılığında çiftçiye yarı mülk gibi dağıtılarak, üretimle ilgisi yeniden kurulmaktadır. En azından bir ailesi vardır, bir yılını karşılayacak ürüne sahip olabilmektedir. Sınırlı bir mülkiyet yavaş yavaş gelişmektedir. Yeniden toprağa bu temelde yöneliş, büyük bir toprağa bağlılık duygusu geliştirmektedir. “Toprak ana” kavramı güç kazanmakta ve temel üretim aracına dönüşmektedir. Artık savaşlar daha çok köle edinmek için değil, toprak elde etmek için yapılmaktadır. İnsan değil, toprak temel mülkiyet konusu olmaktadır. En çok toprağı olan, en büyük güç olmayla özdeş tutulmaktadır. Toprağın bu tarz mülkiyet paylaşımı, beylik düzenine götürmektedir.
Neolitik dönemin komünal köy düzeni çoktan aşılmıştır. Beylikler mülk düzeni esasına göre kullanılmakta ve çiftçiler yarı köle olarak serflik ilişkileriyle beye bağlanmaktadır. Kölelikle neolitik düzenin adeta bir karması oluşmuş gibidir. Beyliklerin etrafında ancak küçük kasabalar oluşabilmektedir. Köleci imparatorluk kentleri giderek bir harabeye dönüşürken, daha rasyonel ve yeni üretim düzenini esas alan kasabalarla kentlerin doğması yavaş da olsa gelişmektedir. Hem kır hem kent yeni esaslarla düzenlenmektedir. Geri çekilmeden, ileriye doğru bir sıçramaya geçilmektedir. Aşırı geri çekilme hiçbir zaman neolitiğe dönüşle sonuçlanmayacaktır. Aşırı ilerleme aşırı geri çekilmeyle dengelenince, yeni sistemin başlangıcı yakalanmakta ve yukarıya doğru yükselen bir trend yeni yaşamın çizgisi olmaktadır. Feodalizmin bu tanımlaması, neden mitolojik, dinsel ve felsefi olarak orijinal doğuşların gerçekleşmediğini anlamamıza yardımcı olmaktadır. Karma bir sistem durumu, karma bir ideolojiyi gerektirecektir. Orijinal sistemler, orijinal düşünce biçimlerine yol açarlar. Feodalizm tanıdık neolitik ve sınıflı toplumun gerçekleşmiş biçimlerine dayandığı için, onların ideolojik kimlik yapılanmalarını da kendisine esas almak durumundadır. Yenilik doğuracak gücü ve özellikleri bulunmamaktadır. En devrimci nitelikte görünen ideolojik yapılanmalar bile ikinci, üçüncü el bir versiyondan, türevden öteye bir anlama sahip değildir. Ancak reform anlamını içerebilirler. Bu durum sistemin mantık, inanç ve moral yapısını geçmişin ancak kopyalanması biçiminde izah etmektedir.
Ortaçağın mantıkta en büyük gelişmesi, ancak ömrünün sonlarına doğru Aristo’yu sınırlı anlayabilecek ve yorumlayabilecek düzeye gelmekten ibarettir. Onu aşan herhangi bir akıl gücü yoktur. Aklın hükümdarı Aristo’dur ve bütün mantıklar ona bağlıdır. Üstad-ı Azam dedikleri de odur. İnanç bakımından dinin dogmalarını ezberlemekten öteye bir rolleri yoktur. Kutsal kitapları yazmak ve ezberlemek, en önemli bilgin ve din adamı mertebesine eşit olmaktadır. Dogmatizm belasının olanca ağırlığıyla insanlığın zihniyetini bastırması, en çok bu dönemde geçerlidir. Hiçbir yaratıcı düşüncenin filizlenmesine fırsat verilmemekte; kuru bir metafizik ve idealizm inançlara eklenerek, ortaçağın karanlık dediğimiz yüzü ortaya çıkartılmaktadır. Tanrı-kralın kölesi insandan tanrının gölgesi insana geçmeye paralel olarak, zayıf bir insan iradesinin doğuşuna izin verilmektedir. Özgür irade ve ahlak halen çok uzaklardadır. İnsanlık ancak tanrının gölgesi nispetinde kendine ait olmaya cesaret edebilmektir. Yeni çağın ortaçağ için tanımladığı karanlığın içyüzünü iyi açmak gerekir. Birçok yönüyle bu karanlık koyulaşarak devam ettirilmektedir. Ortaçağ karanlığının temelinde, ideolojik kimliğini yitirmesi yatmaktadır.
Genel olarak da sistemlerin doğuş süreçlerini aydınlatan ve ruh veren ideolojik donanım; maddi güç haline gelindikçe ve ekonomik, sosyal ve siyasal kurumlarına kavuştukça önemini yitirmekte, başkalaşıma uğratılmaktadır. Bu durum, eğer yeni bir aydınlanma hareketi yoksa, karanlık anlamına gelmektedir. Eski ideolojinin özden koparılışı, özel çıkarlara tabi tutulması toplum için tam bir ideolojik deformasyona ve saptırmaya yol açmaktadır. Kelime oyunları, sahte mezhepleşmeler, ortalığı yalana boğan demagojik söylem tarzı, özellikle baş ideolojik merkezler olarak tapınak-okul düzenleri karanlığı yayma araçlarına dönüşmektedir. Ortaçağın somut karanlığı, klasik çağın aydınlanmasıyla bağını yitirmesinde ve daha da tehlikeli olan felsefeyi teolojinin bir kanıtlama aracına dönüştürmesinde gözlenmektedir. Bu durumda iki perdeli bir karanlık oluşmaktadır. Birincisi; saf ve belli bir vicdani anlamı olan, dönemine göre en azından çıkışa yol açan ve bir ahlaki tavrı mümkün kılan dinsel mesaj yitirilmektedir. Böylelikle sistemin meşru temeli kalmamaktadır. Geriye açık maddi çıkarlar kalmakta, kavga bunun için verilmektedir. İkincisi; ideolojik boşluğu doldurmak için geliştirilen felsefi teoloji, zihniyet durumunu daha da karıştırmaktadır. Buna tepki olarak gelişen mistik eğilimler, ideolojik parçalanmayı geri çekerek geliştirmekte, iki yanlış birbirini besleyerek karanlığı koyulaştırmaktadır. Ortaçağın temel handikabı budur.
Daha da ötesinde orijinal tarım devrimi ve köleci sistem buluşları zihniyet için bir kazanım iken, bunların ezbere dayanan nakilleri öz anlamlarını çoktan yitirdiklerinden ötürü kof dogmalara dönüşmekte, insanlığın genel zihniyet durumu için en büyük felaketi oluşturmaktadır.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER