SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA CİLT II -331.BÖLÜM
SON SÖZ
1 -Avrupa uygarlığına karşı ve onun yüce mahkemesi durumundaki AİHM’de görülmekte olan davam dolayısıyla geliştirdiğim bu savunmam değişik bir türdedir ve hayli renklidir. Esasta benim kaderimi bağlayan Avrupa uygarlığıdır. Bunu görmemek için oldukça aptal olmak gerekir. Belli Avrupa devletlerinin Türkiye’ye biçtikleri rol “tavşana kaç, tazıya tut” deyişindeki tazıcılıktır. Kürdü çoktan tavşan haline getirdikleri bellidir. Savunmamın temel iddiası, Avrupa’nın Kürtler konusunda büyük haksızlık ve ikiyüzlülük içinde bulunduğuna ilişkindir. Bu yaklaşımım duygusal değildir. Böyle olmadığını kanıtlamak için, insan toplumunun bilimsel tanımlanmasından uygarlık tarihinin çözümlenmesine kadar çok zor olan bir işe girişme gereğini duydum. Tarih bilgimin sınırlılığı birçok eksiklik ve yanlışlığa yol açsa da, yaptığım çözümlemenin doğru olduğuna inanıyorum. Savunmamda cüretli bazı değerlendirmelerin olduğu görülecektir.
Aslında savunmanın tarihi anlamda bir rol ifade edebilmesi için, kendi uygarlık alanıyla hesaplaşmaktan başka çaresi de yoktur. Avrupa karşısında kepazelik durumuna düşen ben değilim, Ortadoğu uygarlığıdır. Bu açıdan adeta mezarında yatan ve çevresinde de komik cücelerden ibaret olarak yaşayan Ortadoğu’nun tarihsel ve güncel gerçekliğine kapsamlı bir çözümlemeyle çıkış yaptırmaya çalıştım. Şuna hep inanırım: Kendini çözemeyenlerin başkalarından bir şey beklemeye hakları olamaz. Halk deyişinde olduğu gibi, başkalarının yardımıyla gerdeğe girilmez. Ortadoğuluların ve dünyanın Avrupa kökeni dışındaki tüm toplumlarının sadece başkalarının yardımıyla değil, daha da kötüsü önce gelin yatağından Avrupa’yı geçirerek, daha sonra yataklarına uzanıp mutluluk aradıkları bir gerçektir.
Bunun kabul edilecek ne siyasi ne de ahlaki bir yanı vardır. Kendimce benim bu tehlikeye karşı bulduğum yanıt özgürlük yürüyüşümdü. Aile ve köy bentlerini kolayca aşarak dayandığım Türkiye burjuva toplumunun ve cumhuriyet kurumlarının duvarlarını da ya delerek ya da aşarak geçmem mümkün olmuştur. Türkiye soluna, ilericiliğine ve aydınlığına uzanan uzlaşma ellerim havada kalmaktan kurtulamadı. Türkiye’nin kendisi bağımlıydı; iç gericiliğine çare diye sarılıyordu. Milliyetçilik sağının da, solunun da, merkezinin de en etkili silahıydı. Bunu bırakıp kardeşlik hukukuna anlam ve değer verecek durumda değillerdi. Parçalayacak ve bölecekler diye tam bir krize tutulmuştu. Korunmak için saldırı reflekslerinden başka harekete geçireceği bir yeteneği gündemde yoktu. Tek başıma da olsa, bu kadar anlayışsızlık ve haksızlık karşısında başkaldırmaktan başka çarenin kalmadığı da bir gerçekti. Hayvanların bile seslerinin kısılmadığı bir dünyada, dil yasağına kadar varan baskılara uğramış bir halk gerçekliğinden gelmek çok acıydı ve ancak tepkisel bazı yanıtlarla karşılık verilerek insanlık namusu ve onuru kurtarılabilirdi. Kürtler adına da bu direnme refleksinden öteye daha yaratıcı bir cevap o günkü koşullarda mümkün görünmüyordu. Bu gerçekliğin somut ifadesi PKK çıkışıydı.
Alelacele çağın en ilerici olduğu sanılan ideolojik dogmalarına sarılarak içine girilen yeni dönem, artık tarihsel bir olguydu. Modern çağda tüm halklar adına yapılan, yapılmaya çalışılıyordu. Başka türlü çağdaşlık mümkün olamazdı. Bunun en yakın örneği de Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisiydi. Atılan adımın tümüyle doğrulardan ibaret olmaması kadar, büyük yanlışlıklarla hastalıklı olduğu söylenemezdi. Yol açtığı değişimler, adalet terazisinde doğrularının daha ağır bastığını göstermektedir. Fakat doğru olmak, çözüm ve başarı için tek başına yeterli olmamaktadır. Tarih boyunca egemen ve sömürücü sınıfın dogmalarının en çok yoğunlaştıkları alanlar olmaları itibariyle, siyaset ve askerlik dünyasının doğruları yutup yok etmesi işten bile değildir. Bunun için halklar ve ezilenler adına ideoloji üretmenin, siyaset ve askerlik yapmanın özgünlükleri ve ölçüleri sağlam geliştirilmek durumundaydı. Ortadoğu’da özellikle bu amaçlı büyük çabalar gösterildi.
Kürt halkının özgürlük iradesinin bir daha kırılmayacak esneklikte ve kalıcılıkta oluşturulmasına özenle devam edildi. Dağlarına ve insanlık dünyasına sürekli ve yoğun çıkışlar yapıldı. Dostlar çok yetersiz de olsa edinilmeye, dünyanın vicdanı uyandırılmaya çalışıldı. Büyük acıları ve kayıpları olsa da, özgür Kürt iradesi ve bilincinin yaratılması karşısında, bu ödenmesi gereken bir bedel olarak kabul ediliyordu. Sonuçta saygı gösterilmesi ve uzlaşılması gereken özgür Kürt olgusu ortaya çıkarılmıştı. Egemen sınıf lehçesiyle olmasa da, asgari düzeyde de olsa Kürt sorununda çözüm için bu olgu bir yeterlilik arz ediyordu. Mütevazı, ama onurlu bir barış sürecine girilmişti. Anlamlı bir barış ve kardeşlik dünyası komşu halklarla kurulabilirdi. Devlet yönetimleri artık barış için adımlar atmalıydılar. Tam bu noktaya gelmişken, bilinen 15 Şubat komplosu patlak verdi. Türkiye’den çok Avrupa, ABD ve İsrail üzerinden geliştirilen bu komplo yalnız beni ilgilendirmiyordu.
Kürt halkının ezici çoğunluğunun ölümüne benimsediği bir Önderlik kurumuna karşı geliştirilmişti. Komplo pratikte tek bir ‘terörist’e karşıymış gibi yansıtılıyordu. Ama hedef, bağlı, dürüst ve yurtsever Kürt halkıyla tüm PKK ve dostlarıydı. Köklü bir tasfiye planlanmıştı. Çok duyarlı davranmam, duygusal ve basmakalıp hareket etmemem gereği açıktı.
HAKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER