KÜRT AŞKI-1.BÖLÜM
“Güzel, gerçeğin peşinden koşmayanlardan kendini gizler.” Andrey Tarkovski
Yükselişler
Yaşamak...
Toplumsal gerçeklik biraz aklı başında olan bir insanı asla yaşatmaz. Hiçbir toplumsal gerçeklik bizimki kadar bireyi ezmez, büyük acılar içinde bırakmaz, büyük çıkmazlar içinde tutmaz. İşte, bunun büyük ıstırabını, yalnızlığını yaşıyoruz. Benim yaptığım, çürümüşlükten de öteye, iddiasını kaybetmiş; iradesini hem resmi hem fiili olarak yitirmiş bir toplumun, büyük acılar, büyük yalnızlığın içindeki bireyin çığlığıdır aslında. Aslında topluma büyük bir isyan gerçekliğidir bu. Her şey gerçekliğimizdeki birey için o kadar olumsuz ki, hiçbir bireysel haktan bahsetmek mümkün değil. Tam da edebiyatın, aydının işi. Toplumları bilim inceler, tarihlerini tarihçi inceler, siyasetini siyasetçiler, siyasi bilimler inceler.
Fakat bireyin kendisini de edebiyatçılar inceler. Maalesef bizde araştırılmamış; acıları, sevinçleri değerlendirilememiş ve birey gerçekten inanılmaz bir yalnızlık, dolayısıyla duyarsızlık, inançsızlık, güvensizlik, korku, endişe, umutsuzluk, her bakımdan yaşama gücünü yitirmiş ve nereye savrulacağı belli olmayan kolu-kanadı kırpılmış bir kuşa benziyor. Benim yaptığım bunun çırpınışı, mümkünse biraz kanatlanışı ve mümkünse biraz uçuşa geçmesidir. Bizim, toplumsal gerçeğe dayalı aydın yok. Toplumsal gerçeklikten uzaklaştıkça, hâkim ulus zeminine kaydıkça aydınlanma oluyor. Aydın olabilmek gerçek bir devrimci yetenek ister. Toplumun, halkının toplumsal düzeninin gerçeğini bütünüyle kavrayacaksa, bu çok ağır bir zulüm düzenini görmeyi, incelemeyi, araştırmayı gerektirir. Bu da yetmez, bütünüyle toplumun nefes alış-verişini bile önlediği için tepki duyması gerekir. Bu da yasalar açısından bizde büyük bir suç anlamına geliyor. Hatta aydın ilerlemek, yaşamak istiyorsa bu zemini terk etmek zorunda. Yasalar, onun bütün kurumları ve en önemlisi de güvenlik güçleri, aydını en ufak bir söz söylemeye bile fırsat bırakmadan bu sahayı “terk et” noktasına getirir. Bir-iki kelime ya söyler ya söylemez. Söylese de çok çarpık, yontarak, biraz düzene göre söyler. Sonuç, bizim gerçeklik yine yüzüstü kalır. Dolayısıyla bizim için bir aydınlanmadan ve aydından bahsedeceksek, bir devrimci niteliğinin olması gerekir. Başkaldıran birey haline gelmeden aydın olunamaz.
Örneğin bir İsmail Beşikçi’yi Kürt olmadığı halde, bir Kürdistan aydını olarak değerlendirebiliriz. Toplumsal gerçekliğimize göre özgür düşünmek istedi. Geçekten bu zeminde düşünmek istedi. Ve işte ortadadır. Aydın, bizde en tehlikeli toplumsal kategori, tabakayı ifade ediyor. Vicdanını çok ucuza satmış birey anlamına geliyor. Ben buna gerçek anlamda aydın değil, sahte veya sömürgeci düzen adına kırılmış “aydın” diyorum. Dolayısıyla bu tip acı duymaz, bugün oldukça işbirlikçi güçlerinde ötesinde, boş insandır. Boş... Gerçekliği seslendirmede boştur. Fakat toplumu bilinçsiz bırakma da çok tehlikelidir. Zihinsel işbirlikçilik içindedir. Zihinsel alanı, ruhsal alanı zehirleyerek, farkında olmayarak zulüm düzenin temsilcilerine büyük destek sunuyor. Aydını bu yönlü büyük eleştiriye tabi tutmak gerekiyor. Bunun bir nedeni de aydın çıkarını esas itibariyle sömürgeci kurumlar da buluyor. Bu zemini kırmak istemez. Kürdün ona vereceği hiçbir şey yok. Zaten susturulmuş bir halk gerçekliği, kurumları, iradesi ve sunacağı bir çıkarı da yok. Aydın biraz küçük-burjuva olduğu için, çıkar bekler. O da Kürt’te yoktur. Kürdistan’a ilişkin çıkar sunacak herhangi bir kurum yoktur. Onun için aydın buradan kaçar ve bağlı olduğu efendilerine sonuna kadar hizmet eder. Dolayısıyla ülkemiz gerçeğine dayalı bir aydınlanmadan bahsetmek çok zor. Olursa, devrimci tarzda olur, her şeyi göze alır. Onları da zaten yapan biraz da devrimci zeminde yürüyenlerimiz oluyor. Aydın diye geçinenlerin halk gerçeğine ermekten ziyade, onu son derece çarpıklaştırması, gönül gözünden, düşünce gözünden yoksun bırakması gibi talihsiz bir konum içindedir. Demagojik, gerçeklerle bağlantısı olmayan dilinin oluşması bu tehlikeyi daha da arttırıyor. Fazla konuşmasını bilmeyen köylüden, işçiden tehlike gelmez, ama gerçekle bağlantısı olmayan aydının dili; zihinsel, ruhsal hastalığın taşıyıcısıdır ve sanıldığından daha fazla bu konuda araştırmaya ihtiyaç vardır. Bizde yüce duyguların gelişmeyişi, bireyin giderek toplumsal gerçeğinin ortaya çıkarılamayışı, aydının bu karakteriyle veya düşman adına taşıyıcı, aldatıcı olarak, çarpık aydının bu konumu büyük bir sorun teşkil etmektedir. Bizim devrimin örgütleniş tarzı; başlangıçta biraz yoksulu, köylüyü, çobanı, emekçiyi, giderek üretimle diğer toplumsal kesimleri çözecek, en son sıra aydına gelecek. Ama burada ters bir gelişme söz konusu. Çünkü sömürgeci kurumlarla en iyi eklemlenen kesim aydındır. En erkenden çıkar bağını geliştiren, biraz aydınlanmasını ilk elden sömürgeci kurumlarda eklemleyen ve bunu da çok kıskançça yapan, tek yaşam kaynağı olarak burayı gördüğü için aydın en sonunda çözümlenecektir. Artık sömürgeci aygıtlar onu doyuramaz hale gelince, oradan aldığı gıda midesine oturunca ve fiili maddi olarak bu kurumlar içindeki konumu son derece tehlikeli bir hal aldıkça, aydında çözülme başlayacaktır. Kürt romanı yazılmadan önce, yaşanacaktır. Çok korkunç bir yaşam sağlanmadıkça bizde romanın yazılması imkânsız.
Bu yönüyle de Fransız Devrimi, Rus Devrimi gibi devrimci süreçlerle ters bir konumu vardır. O devrimler, birkaç yüzyıllık bir aydınlanmaya, bir teorik çözümlenişe bağlıdırlar. Fransız devriminde kocaman bir aydınlanma çağı, öncesi bir Rönesans var. Yine muazzam bir edebiyatçılar kuşağı söz konusudur. Devrimin o kısa süredeki parlayışı pratik olarak çözümleniştir. Ama çok güçlü bir zemine dayanıyor. Tarihi ve toplumsal zemini, aydın zemini oldukça güçlüdür. Birkaç isyanla pratik sonuç alınıyor. Rus devrimi de buna benzer özelliklere sahiptir. Neredeyse yüzyıldan daha önce bir hazırlık süreci, muazzam bir edebiyatçılar kuşağı vardır. Bir Çerniçevski, ilk feodal-kölelik çözümlenişini yaptığında, Lenin de dahil bütün Rus devrimcileri onu en büyük dayanak olarak alırlar. Çin devriminde de güçlü bir tarihi ve Çin edebi düşünsel gücü vardır. İşte, Kürdistan gerçeğine geldiğimizde, işler tersine dönüyor. Her şey kasıp-kavrulmuş. Dayanabileceğin hiçbir aydınlanma hareketi yok. Tersine Kemalizm’in eliyle Anadolu’ya taşırılan Batı kavramları ve kurumları, cumhuriyetin bütün altüst yapısı, Kürt gerçeği ve hatta Anadolu’daki kültürel varlıklar için bir kasıp-kavurma hareketi, bir yok etme hareketidir. Batılı fikirleri, kurumları onlara taşırma, tanıştırma değil, onların kendisine verdiği gücü kullanarak silip-süpürmedir. Böylesine çok tehlikeli ters bir dayatması var.
Dolayısıyla eski yüzyıllardan daha kötü bir 20. yüzyılla savruluş söz konusudur. 20. yüzyıl bizim için tam bir felakettir. Kemalizm’in eliyle tarihimizin en büyük felaketini yaşamak zorunda kaldık. Eğer gerçekten bir edebiyat geliştirilecekse, 20. yüzyılda Kürt, mutlaka sağlam bir bilim dokusu temelinde ele alınmak durumundadır. Belki çok az bağlantı kurulacaktır, fakat müthiş gerçeklerin olduğunu gösterecektir. Bu yapılmamıştır. Açık belirteyim ki, herhangi bir girişim bile söz konusu değil. Her şey Kemalizm’in gözüyle değerlendiriliyor. Daha önceleri de İslam’ın gözüyle değerlendirilirdi. İslamiyet de Kürtler açısından muazzam bir yabancılaşmayı ifade eder. Hatta İslamiyet Kürdistan’a yansıdığında, onun işgalci, çapulcu, gerçek İslamlıkla alakası olmayan, Emevi sultanlarının geliştirdikleri işgal-talan hareketlerinden ibarettir. Dolayısıyla onlarla bağlantılı işbirlikçiliktir. Çok softa... Nitekim Ehl-i beyt denilen gerçek İslam ve Hz. Muhammed’in ardılları da çok acımasız bir biçimde Kerbela’da yok edilmişlerdir. Bu gelenek yüzyıllarca Osmanlıya, hatta cumhuriyet gerçeğine kadar devam etmiştir. Dolayısıyla Osmanlı da cumhuriyet de resmi İslamiyet de bizim gerçeğimizi kasıp-kavurmuştur. Artık ruhumuz kaldı mı, nereye sindi? Gerçek bir Kürt ruhu, gerçek bir Kürt bilinci, özelliği ve bir Kürt duygusu var mı? 20. yüzyıla herhangi bir şey taşırıldı mı? Acaba kenarda, köşede, kuytuda kendini satmamış bir ruhumuz, bir bilinç kırıntımız kaldı mı? Herkes o kadar umutsuz ki, kaçıyor. Bu noktada benim özelliğim şu: Kaçmak bana ilginç gelmedi, bir şeyler olabileceğini kavram olarak sezinledim. Burada ilginçlikler, terslikler var dedim. Cumhuriyetin dayatmalarıyla, benim içimde biraz kendimi, çocukluğumu tanıdığım koşullar birbirine ters şeyler söylüyor. Ben kendimi hemen savurmayayım, ruhumu satmayayım dedim. Ruhumu satmamam çok önemli. Acaba ben ruhumu satmış mıyım, satmamış mıyım? Eğer satmışsam, bu ruh nasıl oldu, nasıl kurudum? İlginç... Anlamaya çalışıyorum, yeteneksizlik de olabilir. Çünkü yeteneği olanların hızla düzenle eklemlendiğini çok iyi biliyorum. Tercih süratle düzen kurumlarına, fikirlerine bağlantılarınadır. Benimki değişik bir durum aldı. Hatırlıyorum, Kızılay’dan Çankaya’ya doğru çıkarken, o çayhanelerde, pastanelerde acaba yaşamak nasıl diye, bir soru da içimden geçirdim.
Fakat o yaşamın içine giremedim. Düzen sınırları dahilinde mükemmel bir bürokrasiyi yaşayabilirdim. Ama ruhum bunu kabul etmedi. Acaba bu seçim imkânını elde edip de etkilenmeyen kişi var mı? Nasıl ki, “Nasıl Yaşamalı?” diye bir kavram ortaya attıksa, aydın için de bu geçerli. Aydın nasıl yaşamalı, sorusuna cevaplar geliştirmeli. Aydını ortaya çıkarmak istiyorsak, bu soru çok önemli. Zorunluluklar temelinde aydın olunamaz. Aydın olabilmek için özgür bir seçimi ya sömürgeci kurumlar lehine yapmak ya varsa bir inancın, bir bilincin kendini toplumsal zeminin için gerçekleştirmek. Baskıyla olmayacak. Çünkü aydının olduğu yerde baskı olmaz. Olsa da kesin karşı koyacak. Ben bu tercihi yaptım. Umut olarak arzuladığımı gerçekleştirebilirim. Kesinlikle bu özgür tercih imkân dahiline girdi. Tam bu nokta da tersinden bir dönüş yaptım. Elbette, bu çok önemli bir dönüştü. Öyle sanıyorum ki, devletin de o zamanki gözlemi şuydu: Bu seviyeyi yakalayan bir Kürt veya o etnik orijinden gelen bir tip çark edemez. Bu, mutlak anlamda böyledir. Böyle olduğu içindir ki, devlet benim politik eylemimi çözemedi.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER