FAŞİZME KARŞI TOPYEKUN DİRENİŞTE ŞEHİR SAVAŞLARI VE GÖREVLERİMİZ-30.BÖLÜM
YDG-H’ın durumu hareket tarafından öğrenilince, yönetimimiz onu HPG ile birleştirip hızla gerçekten bir özsavunma düzenini almayı tartıştı. Israrla üzerinde durdu. Mesela onu gerçekleştirmede de eksik kalındı, geç kalındı, isteksiz davranıldı. Bütün özsavunma hazırlıksızlığına rağmen adım atılabilseydi hızla bazı değişiklikler, düzeltmeler olsaydı, öylece şehirde özsavunmaya dayalı bir savaş yapmaya hazır hale gelebilirdik. O da olmadı. Gerisi süreç içerisinde şehre inen güçler, çok örgütlü davranmadılar, bütünlüklü olmadılar. Toplumsal hareketin sözcüsüyüm diyenler, yönetimim diyenler ayrı kaldı, gençlik ayrı kaldı, HPG ayrı kaldı. Bir şehirde bile ortak bir yönetim oluşturmada, süreci doğru yönetmek için ortak yönetimleri oluşturmada da zayıf kaldı. O kadar kuşatmaya, sert mücadele ortamına rağmen şehirdeki arkadaşlarımız kendilerini ortak bir yönetim haline getirme, hızla kendilerini örgütleyip bu süreci yönetmeye çalışmada çok dar, parçalı, birbirini dinlemez pozisyonda oldular. Bu konuda yönetim haline gelebilen yerler direndi, gelemeyenler direnemediler. Mesela Cizre’de biraz öyle bir yönetim vardı, direniş öyle oldu. Sur’a dışardan yönetim gitti, Sur öyle direndi. Silopi yönetimi olmadığı için direnemedi, direnişi bıraktı. Diğer şehirler böyle ortak bir yönetim haline gelemedikleri için bir kısmı böyle bir mücadele içine girme tutumunu gösteremediler. Böyle bir yönetim olgusunu da kesinlikle değerlendirmek, eleştirmek gereklidir.
Dışarıdan yönetme anlamında da bütün bunlara rağmen hazırlık olmayabilirdi, düşman saldırabilirdi, fakat bizim de gücümüz vardı. Sert bir savaş sürecine girilmişti, buna karşı mücadele etmemiz gerekiyordu. Şehirlerde savaşmayı göze alıyorduk. O halde işten ve dıştan bu savaş daha iyi yönetilebilirdi. İçteki yönetim çoğu yerde yönetim olmadı, olduğu kadarıyla direndi. Cizre’de yönetim toparlandığı zaman önce direniş konumuna girdi, sonra sertleşince yönetim yürütemedi iradesiz, inisiyatifsiz kaldı. O kadar dağınıklık, kayıp oradan çıktı, bunların hepsi yönetmeyle bağlantılıydı. Dıştan da süreci iyi görme, ablukaya karşı tedbir geliştirme, içeriyi yönlendirme biçiminde bir yönetim durumu olmadı. Askeri olarak bu kadar etkili durum vardı, zorlanıldığı an çekilinebilirdi, fakat bir mücadele içine girildi. Nereye gider, çekilinir mi, nereye çekilir? Çok fazla görülüp, tartışılmış değildi. Artık Bakur yönetimimizde mümkün olduğu kadar çatışmaları hafifletme anlayışı vardı. Bu mümkün olmayınca, 1 Kasım seçiminden sonra düşman saldırıları sonucunda çatışmaya girildi. Orda da artık nereye kadar gidebilir diye çok planlı, inisiyatifli olamadı. Kış-kar da buna eklenince haberleşme, iletişim imkanı da zayıflayınca dıştan yönetme de zayıf oldu. Zaten öyle bir yönetim gücü de oluşturulamadı. Mevsim gereği de irtibatlanma zor oldu, onun için bazı tedbirler alınabilecekken alınamadı.
Esas durumu değerlendirmek için sorunu tarzda görmek gerekiyor. Tarzı değerlendirmek lazım. Neden böyle bir tarz öngörüldü? Tek ‘şehir savaşı’ demek, sokakları, mahalleleri tutup barikatları, hendekleri kurup üzerine geldiğinde düşmanla çatışmak mı oluyor? Hayır, şehir savaşı demek, bu değildir. Böyle bir taktiğe şehirde aylarca savaşıp, düşmanı iyice zayıf düşürdükten sonra tümden alanı tutup, sokmamak üzere baş vurulabilirdi. Öyle bir dönemde uygulanabilir bir taktikti, ama biz öyle yapmadık. En sonda yapabileceğimiz bir taktiği, düşman iyice yıpranmışken baş vuracağımız taktiğe en başta başvurduk. Neden öyle oldu? Çünkü bir özsavunma örgütümüz, ordumuz yoktu. Şehirde özsavunma gerillacılığı yapacak bir örgütlenmemiz, hazırlığımız yoktu. Öyle bir savaş yapamadık. Savaş, YDG-H’ın üzerine kaldı. YDG-H’ta gerilla tarzında savaşacak öyle bir özsavunma örgütü değildi. Ancak barikat, hendekte polisle çatışma yapıyordu. Normalde taş atan gençliğin, silah almış olmasıydı. Silahı biraz taş gibi kullanıyordu. Ondaki espri, sanki taşla polisle savaşıyor gibiydi. Oysa silah kullanıyordu. Bunu da yapabilmesi için barikat kurmak, kendini savunmaya almak durumunda kaldı. Taktik saldırıya dayalı gerilla eğitimi görmüş, örgütlenmiş, gerilla savaşı yapacak bir güç değildi, öyle savaşamadı. Savaşmak onun üzerine kalınca, elindeki imkanlarla, kendi hazırlık düzeyiyle, ancak böyle savaşıyordu, onu öngördü. Bu var olan gücün, doğal bir savaşa girişiydi, ötekini yapamıyordu. Ona göre eğitilmemişti, örgütlenmemişti, o tarzda bir disiplini yoktu. 24 saat gerillacılığı yaşayan, gerilla düzeninde olan konumunda değildi. Normal protesto eylemleri yapan gençlik örgütlülüğüydü. Ancak etrafı kapanınca barikat kurup bir yeri denetime alınca orada direnebiliyordu. Öyle bir direnişi kaldırabiliyordu, onun ötesinde bir şehir gerillası savaşı yürütmeye hazır değildi.
Bu bakımdan tek tarz olarak, her yerde alanı tutma ve direnme durumu, şehirde savaşın tek biçimi değil, başlangıç biçimi kesinlikle değildir. Reddedilebilecek bir tarz değil, ancak düşman gerilla savaşıyla yeterince yıpratılmış, denetimini epeyce kaybetmiş olduğu dönemlerde örgütlü ve hazırlıklı bir biçimde yapılarak mahalleler, semtler, kasabalar özgürleştirilebilir. Belki o zaman başvurulabilecek bir taktikti, sonuç verebilirdi, etkili olabilirdi. Bizim saldırıya karşı yapmamız gereken mahallelere, sokaklara, oradaki toplum örgütlülüğüne dayanarak, dağ gibi nasıl ki kırda gerilla, dağların gücüne dayanıyor, orduya karşı savaşıyorsa, mahallenin gücüne, toplumun gücüne, sokağın gücüne dayanarak özsavunma timleri, gerilla tarzıyla polise karşı, istihbarata karşı gelseydi, ordu gücüne karşı gerilla düzeninde savaşılabilinirdi. Bu durumda çok daha darbe vurabilirdik, çok daha az gücü savaşa sevk ederdik, kayıplarımız, şehitlerimiz az olurdu. Düşmana vurduğumuz darbe daha çok artardı. Böyle bir savaş yapabilir miydik? Evet yapabilirdik. Düşmanın gözü önünde polis arabadan inerken arkadaşlar çekip vurdular. Bunu her yerde yapabilirdik. Şehirde özsavunma örgütlülüğümüz olmadığı için biz gerillacılık yapamadık, ama şehirde yapılması gereken de gerillacılıktır.
Gerilladan kastım nedir? Barikatı kurduk, silahı koyduk, düşman uzaktadır duruyoruz. Düşman yanımıza gelsin, hazırlansın onunla savaşalım. Düşman hazırlanır senin üzerine gelirse güçlü demektir, seni ezebilir. Onun üzerine sen git, hazırlıksız olduğu yerde yakala, karakoluna gitmek sakıncalıysa ve orada donanımlıysa karakoldan çıkıp senin üzerine gelecekken ara yerde yakala ve yoldayken vur, hazırlıksızken vur. Bunlar mümkündü, ama dikkat edelim bunu yapamadık. Barikat kurduk hiç kimse gelemez dedik. Sur Günlüğünü okuduğumuzda bunu somut olarak görebiliyoruz. “Tank, en büyük barikat, en çok güvenilen barikatı vurdu. Bizim barikatlarımız sıfır oldu. Biz barikat savaşını yürütemedik, ondan sonra evden eve, pencereden sokağa ne yapabildiysen, ne kadar vurabildiysen o kaldı. Ortada ne hendek kaldı ne barikat, bir hendek ve barikat savaşı veremedik.” Zaten olamazdı. Dikkat edilirse hiç olmadı, çünkü düşman hazırlanıp gelmiştir seni vuracaktır. Gerillanın temel kurallarını tekrarlayalım. Düşmanın istediği yer ve zamanda düşmanla savaşmanın tarzı değildir. Kendi istediği yer ve zamanda düşmanla savaşan tarza, gerilla tarzı deniliyor. Gizlilik ve hareketlilik esastır. Gerilla hiçbir zaman düşmana kendisini açık hedef yapmaz, yapıyorsa o gerilla olmaktan çıkmıştır. Tahkim edilmiş düşman hedefleri üzerine gitmez, hazırlıklı düşmanın üzerine gitmez. Çünkü düşman hazırlanmış gerilla gelsin vurayım diye bekliyor. Gerilla oraya gitmez. Düşmanın hiç beklemediği, buraya gerilla gelmez dediği zamanda ve yerde gider. Düşman nerede hazırlıksızsa orda vurur, nerede zayıfsa orada vurur, hangi zaman da hazırlıksızsa orada vurur. Bunun için Önder Apo “24 saat gerillacılık” dedi. Böyle gerillacılığı, küçük küçük timlerle, şehirde legalitesini koruyan 5’er, 10’ar kişilik bir topluluğu, 1’er, 2‘şer timler halinde düzenleyerek rahatlıkla yapabilirdik. Karakolları da vurabilirdik, yollarda araçları da vurabilirdik, bombalar atabilirdik, hiç de kendimizi öyle hedef haline getirmeyebilirdik, bu mümkündü. Neden olmadı? Çünkü şehirde özsavunma örgütlülüğümüz yoktu, ondan olmadı. Var olan güç ancak bunu yapıyordu. Ya bunu yapacaktık ya da hiç yapmayacaktık. Bize açıkça “şu saate kadar evet derseniz yaparız, yoksa yapamayız, ondan sonra çekiliriz bizden bir şey istemeyin” dendi. Başka biçimde bir şeyler yapılabilir mi diye değerlendirildi, yapılamayınca var olana ‘evet’ dendi. Bu böyle bilinmeli ve anlaşılmalı, değerlendirilmelidir. Bu bakımdan tarz çok önemlidir. Ne gençliğin barikat, hendek kurarak kendini hedef yapma biçiminde olur, ne de özsavunmanın savaşma tarzı öyle olabilir. Bunlar hep gerilla tarzını esas almak, gerillanın gizlilik, hareketlilik kurallarına göre hareket etmek durumundalar. Düşmana vurmanın, kendini korumanın şartı budur. Dağda arazinin sarplığına dayanıyorsun, şehirde de toplumun örgütlülüğüne dayanacaksın. Cizre mahalleleri, Sur mahalleler örgütlü bir toplumdu. Arkadaşlarımız polisle karşılaştıklarında 2 polisi vurduktan sonra Sur’a girdiler aylarca savaş yaptılar, düşman onları hiç yakalayamadı, üzerlerine gelemedi. Dolayısıyla şehirlerin dağları da halkın örgütlülüğü, mahallelerdeki örgütlü sistemimizdir. Orada topluma dayanılır. Dağdaki gerilla coğrafyaya dayanıyor. Şehirdeki gerilla da topluma dayanır ve toplumsal dayanak kesinlikle bunu yapar. Bu bakımdan yürüttüğümüz tarz, olması gereken değildi. Böyle olmayabilir miydi? Şu düzeyde de olabilirdi. 10 gün yapabilirdin, 15 gün, 1 ay bazı yerlerde olup belli düzeyde düşmanı vurup hiç kayıp vermeden ondan sonra çekilebilirdin. Böyle bir şey izlemiş olsaydık, düşmanın ağır kayıplar verdiği ortamda biz hiç kayıp vermeyebilirdik. Günlükleri okuyoruz. Başlangıçta darbe yiyen düşmandır, biz değiliz, biz kayıpları sonradan vermişiz. Demek ki, bir yere kadar hep düşmana vuruyormuşuz. Oradan hareket etmeyi, kendimizi hedef olmaktan çıkartmayı sağlasaymışız hiç kaybımız olmayacakmış, yüzde yüz başarı elde edilecekmiş. Bunlar mümkünmüş, bu da gerilla olabilir. Önder Apo, “ 2 bin kişi Amed’e girer bir gecede altını üstüne getirir” dedi. Orada yüz gün oturur demedi, bir gece girdin, beş gece, bir hafta, on gün Sur’a girdin, bir ay kalabilirdin ama istediğin zaman, istediğin yere çıkabilseydin düşmanın imha edici saldırılarını boşa çıkartacak bir konumda olsaydın, sonuç alırdın.
Tarz bakımından da bu konuları köklü değerlendirmemiz gereklidir. Tüm bunlara rağmen sonuç olarak bu direnişleri doğru ifadelendirmek nasıl oluyor? ‘Kesinlikle direnilmemeliydi, direnişi PKK körükledi, düşman böyle bir saldırı istemiyordu’ gibi görüşlerin hepsi yanlıştır, gerçek dışıdır. AKP, 8 Haziran’da saldırmak için hazırlıklıydı. Seçimde yenilgi alınca saldıramadı, kendisini hızla saldırı yapacak pozisyona ulaştırdı. Bu pozisyona 24 Temmuz’da ulaştığını hissedince saldırıyı başlattı. Bunun karşısında direnmekten, savaşmaktan başka devrimci tutum, özgürlükçü tutum, yurtsever tutum yoktu. Teslimiyet ihanete, pasifizm yenilgiye götürürdü, zaferi direniş kazanır, kazandırır. Hala bir zafer kazanma umudumuz varsa söz konusu direnişten dolayıdır. Dolayısıyla bu konuda net olmak lazım. Direnişe karşı çıkan, başka şeyler vaaz eden her türlü yaklaşım yanlıştır, teslimiyetçidir, pasifisttir. Özgürlükçü ve devrimci değildir, boyun eğmecidir, işbirlikçidir. Bu konuda net olmak gereklidir. İkincisi, direnişin içinde direniş yapmak lazımdı, ama bu direniş nasıl olmalıydı? Yöntemi, tarzı, yürütülüşü, başlangıcı nasıl olmalıydı? Kimler yapmalıydı? Nerede yürütülmeliydi? Bunlar ayrı konulardır. Fakat bu konuda da direniş değerlendirilecek, hata ve eksiklikler bulunacak, eleştiri- özeleştiriyle yaklaşılarak düzeltilecek çok yönü var. Mevcut direniş olması gereken değildi, olması gerekenler de oldu, ama olmaması gerekenler de oldu. İçinde ağır hatalar, eksiklikler barındıran çok örgütsüz, amatör, hedefi fazla netleşmemiş bir direnme tarzı oldu. Dolayısıyla biraz ağır bedel, kayıp verme buradan kaynaklandı. Bunu böyle ifadelendirmeli ve görmeliyiz. Kaldı ki, çok kayıp verme de olmadı. Önderlik, on binlerce kayıptan söz ediyordu. Bu aylarca alanı tutup, düşmana meydan okuyan bir savaş duruşu oldu ki, Kürt toplumunun en cüretli, en uzun vadeli direnişi oldu. Örneğin, 20. yüzyılın ilk yarısındaki direnişler değil 100 gün, 30 gün bile dayanmadılar. Ne Dersim’deki öyle ne Şêx Sait öyle, Ağrı biraz gerilla yapmaya çalıştı, zaman kazanmıştı, uzatmıştı. Bu kadar bir isyan durumuydu ve bu kadar uzun süreli oldu. O gerçeği de görmek gereklidir.
Demek ki, hatalar, eksiklikler azaltılsaymış daha iyi yönetilseymiş, daha hazırlıklı olunsaymış büyük başarılar, zaferler kazanılabilirmiş. 24 Temmuz 2015’te, Ahmet Davutoğlu meydan okuyarak saldırıya geçtiğinde, söz konusu saldırı karşısında yapılması gereken yerel düzeyde ayaklanma türünden direnişlerdi, gerillayı çok aşan etkinlikler göstermemiz gerekiyordu. Onun için yerel yönetim ilan etme, onu savunma durumuna girdik. Sonunda mahalle, sokak tutma diye ortaya çıkan şeyler aslında özyönetim direnişleriydi. Toplumun bu saldırıları kabul etmeyerek direniş konumuna geçmesi, onu savunmak üzere de savaş yürütmesi gerekiyordu, olması gereken buydu. İçine girilmesi gereken de bu oldu, ama birçok hazırlık eksikliği ve iyi yönetememe sonucunda pratik böyle gelişmedi. Pratik böyle gelişmedi diye direniş durumu olumsuzdur denilemez. Bunu söyleyen en ağır teslimiyet ve pasifizm konumunu yaşar, gerçekten de bir ihanet durumudur. PKK Hareketi geçmişte ihanetçi çizgiyi böyle değerlendirdi. Dolayısıyla direniş tarihidir, bizi var eden, ayakta tutan, konuşturan en büyük gerçeklik, bu direniş gerçekliğidir. Hala zafer umudunu çok güçlü tutan, faşizmi bugün yıkımın eşiğine getirmiş olan o direniştir. Eğer 24 Temmuz faşist-soykırımcı saldırısı karşısında Bakur’da Kürt Halkı, Kürdistan Özgürlük Hareketi direnemeseydi, Rojava’da da DAİŞ’e karşı bu muzaffer savaş sürdürülemezdi, yürütülemezdi, Rakka kurtulamaz, özgürleştirilemezdi. Bunlar etle tırnak gibi birbirine bağlı gerçeklikler.
DURAN KALKAN ( HEVAL ABBAS )
YORUM GÖNDER