SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA CİLT II ( 265.BÖLÜM)
Tüm bu konuları böyle değerlendirebilecek durumdaydım. Zorluklarımın temelinde, Kesire’nin provokasyonlarıyla, yardımcı olabilecek yoldaşların iddiasızlığı başta gelmekteydi. İkisinin birleşik etkisi gücümü kemiriyor, etkisizleştiriyordu. İran üzerinden Mehmet Karasungur , çok erkenden ve safça, 1983 baharında KDP -YNK çatışmasının kurbanı olmuştu. Ortadoğu sahasına gelen Türk sol grupları ve Kürt küçük burjuva-feodal zihniyetli grupları ayak bağı olmaktan öteye bir anlam ifade etmiyorlardı.
Daha 1980 baharında gruplar tekrar içeriye yönelmişlerdi. Kemal Pir’in talihsiz yakalanışı bunun sonucuydu. Gerçekten sağ kol olabilecek biriydi. Hep şöyle hayıflanmıştım: Keşke kalsaydı da, bütün militanca pratik işleri ona bıraksaydık! Kaybı en çok kendini hissettiren yoldaştı. O kadar güzel ve zeki bir yoldaştı ki, son nefesini verirken Önderlik olayını en kritik noktada Kesire ve Can Yüce konusunda uyarıyor, vasiyetini belirtiyordu. İçeride geniş tutuklanmalar olsa da, PKK yurt dışına başarılı çıkışını yaptığı gibi, ilk yeniden girişlerini de yapıyordu. Yakalanılan zemin ve zamanda, Kürt halk önderliğinin bağımsızlığı, özgünlüğü ve temizliği her şeyden önce gelmekteydi. Tüm Ortadoğu halklarına da bir umut olabilirdi. Buna inananlar artan bir tempoda büyüyordu. Diyarbakır zindan koşulları ve ölüm oruçları daha erken harekete geçmeye zorluyordu.
12 Eylül yeni bir sürece girmişti. Devrimciliğin bitirilmediğini ve işkenceye karşı daha fazla tepkisiz kalınmayacağını göstermek için, ayrıca çizgisine bağlılığın bir gereği olarak, 15 Ağustos adımı uygun görülmüştü. Yeni dönem fiilen de başlamıştı. Ölüm oruçları şehitleri olmasaydı, belki farklı kalınabilirdi. Şiddet şiddeti çağırıyordu. Tarih artık şiddet sarmalında yol alacaktı. 15 Ağustos süreci aynı zamanda Mazlum Doğan’ın “Çığlıklarımız dünyaya duyurulmalıdır” vasiyetine bir cevap olacaktı. Önderlik adına I. Konferans’a (1981) sunulan Politik Rapor , Kürdistan’da Kişilik Sorunu, Parti Yaşamı ve Devrimci Militanın Özellikleri ile Kürdistan’da Zorun Rolü ve Örgütlenme Üzerine başta olmak üzere, günümüzde klasik bir değer kazanan yazılar bu tarihte yayımlanmıştı. Hepsi 1980-85 yıllarına sığdırılmıştı. Merkeze yapılan birçok uzun konuşmalar da birer kitap değerindeydi. Gazete ve dergiler birçok dilde yayımlanıyordu. Maddi ve teknik donanım sorunları kolay hallediliyordu. Teorik ve pratik açılımlar her başarıya yol açabilecek zenginlikteydi. Tarihi bir eylemlilik çizgisine girilmişti.
12 Eylül rejiminin barışa ve demokratik uzlaşıya hiç açık olmayan yüzüne karşı nereye kadar, nasıl ve ne zaman sonuçlanacağı kestirilemeyen bu dönemde kararlılık, tarz ve tempo halk önderliğine yaraşır düzeydeydi. Güçlü yardımcılardan yoksunluk, süreci kesintiye uğratacak ağırlıkta değildi. Fakat daha önceki dönemde gözükmeyen zaaflar açığa çıkmaya başlıyordu. Çeşitli alanlar dönüşmemekte ısrarlıydılar: Öncelikle Kesire’nin kendini dayatması tahammül sınırları dışındaydı. Provokasyonları tırmandırıyordu. Bazı yoldaş ve dost çevreleri en hassas yerinden vuruyordu. Tarihi olarak işbirlikçi hanedan kültürünün sonunun geldiğini onun kadar anlamlı bilen yoktu. Bir dünyaları vardı, bu dünya çözülüyordu. Yeni bir halk dünyası açılıyordu. Buna ruh ve niyet olarak kendini hiç hazırlamak istemiyordu. Adeta kanıtlamak istediği, halkların kendilerinkini aşan bir özgürlük ve güzellik dünyalarının olamayacağıydı. Şahsımda halkın dünyası açıldıkça, rengi soluyordu. Bu duruşu bana, çok basit bir karikatürü biçiminde de olsa, hep bir filmde tanık olduğum Kleopatra’yı hatırlatıyordu. Onun için Sezar’ın Roma İmparatorluğu değil, kadim Mısır sarayları esastı. Tek bir firavun sarayı dünyaya değiştirilemezdi. Kesire’nin de ailesinden ibaret bir sarayı ve hanedanı vardı. Halkın dünyası cennet de olsa, ona ancak sıkıntı verirdi.
Son büyük provokasyonu 1986’da III. PKK Kongresi’ne giderken patlatmak istiyordu. Şerrinden çekindiğim için, Kongre’yi geriden takip etmeyi daha uygun bulmuştum. Sanki bin yıldır çarpışıyormuşuz gibi bir öfke içindeydi. Kaybetmeyi halen kabullenmiyordu. Erimiş Kürt üst tabakası onda adeta son nefesini veriyordu. Halbuki son ana kadar eş, dost ve yoldaşlığın tüm gereklerini sunmuştum. Ama halk önderliğine karşı bu ben de olsam fırsat verilemeyeceğini, doğru olanın halkların özgürlük dünyası olduğunu, bunda birleşmenin büyük bir değer taşıyacağını hep belirttim. Bildiğinden geri durmadı. Örgüt mutlak ölümle cezalandırılmasından yanaydı. O da ölümü istiyordu. Bu beni hep düşündürdü. En büyük ceza onun yaşatılmasıdır, demiştim. Ayrıca nihayet ezilen bir cinsti ve Kürt’tü. Binlerce yıllık lanetli bir tarih sonucu bu noktaya gelmişti. O haliyle ondan kaba bir intikam almak yakışmazdı. Daha da önemlisi, benim ilişkim başlangıçtan itibaren bir uzlaşmanın peşindeydi. Bu amaçla aileyle ve kendisiyle ilişkiye girmiştim. Bu bir siyasal demokratik uzlaşma niyetiydi. İhanet etmem, Önderlik gerçeğimle bağdaşmazdı.
Ancak roman satırlarında derinliğine izah edilecek bu ilişki, on yıllık bir alevli dönemden sonra 1987 yazında hatırsız, gönülsüz ve elvedasız, karanlıklardan geldiği gibi karanlıklara gömülecekti.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER