SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA (92.BÖLÜM)
3- Kapitalist uygarlığın ideolojik kimliğinde insana değer verme, insanı öne çıkarma, yani hümanizm ilkesi, üçüncü önemli özelliği teşkil etmektedir. Daha önceki tüm çağların toplumsal biçimlenişlerinde insan adeta yutulmuş gibidir. Toplum içinde eritilmiş, önüne konulanı yapmaktan öteye rolü olmayan pasif bir varlık görünümündedir. Tüm büyüklük ve önem tanrısal olana verilmektedir. Sürekli insan aleyhine yüceltilen, bir kimlik tasarımından ve maskeden başka bir şey olmayan totem ve tanrılardır. Bu ideolojik eylemlerle aslında toplum sürdürülmeye ve güçlendirilmeye çalışılmaktadır. Ama insan kavramını geliştirerek değil, onun kaderini tayin eden varlıkları yaratıp yücelterek, sahte bir ideolojik kimlikle yapılmaktadır. Sınıflı toplum aşamasında ise, insan daha da alçaltılacak ve Adem ile Havva şahsında suçlu ilan edilerek, ebediyen tanrıların kulları biçiminde bir kimliğe mahkum edilecektir. Suçları sürekli artırılarak, karşılığında önüne hizmetle kurtulma seçeneği konulmaktadır. İnsanın sürekli düşürülmesi iki eksenli geliştirilmektedir: Soyut kimliksel varlıkları adına, toplum karşısında düşürülmektedir. Böylelikle herhangi bir iddiası ve önemi söz konusu olmayacaktır. Her şey toplumun bekası içindir. Toplumun varlığı için feda edilmeyecek bir değeri yoktur. Toplumsallaşan insan olduğuna göre, başta o feda edilecektir.
İkinci önemli eksen, hakim sınıf gerçeği karşısında iddiasını tümüyle kaybetmesi için, insanın önemsiz, suçları çok olan, ancak hizmetçi kılınmaya layık birisi olarak düşünülmesidir. Böylelikle 348 Sümer Rahip Devletinden tanrısal varlıklar halinde yüceltilmiş, dolayısıyla insan olmaktan bu tarzdan çıkarılmış bulunan efendi sınıfın yanında, insan olarak hayvanlar gibi sahip olunan ve sürekli çalıştırılan kullar, köleler düzeni gerçekleştirilmektedir. İnsan varlığına yönelik bu yaklaşımlar çağlar boyu sürekli geliştirilmiştir. Tek tanrılı dinlerde, neolitik toplumun köleliğe karşı direnme sürecinde, sınırlı da olsa bir insan vicdanı ve onuru savunulmaktadır. Kurtarılması gereken bir insanlık kavramı oluşturulmaktadır. İlk defa onur ve vicdan adına başkaldırılmaktadır. Zerdüştlüğün ahlak devrimi, Budha’nın benzer reformculuğu, Grek felsefesinin insanı öne çıkarması diğer önemli adımlardır. Büyük acı çektirilen, unutturulan asıl emek sahibi insanın farkına varılmaktadır. İsa’nın bu kadar sahiplenilmesi, bu yönlü gelişmenin öneminden ve bir çizgi halinde zemin kazanmasından ötürüdür. Fark gözetmeksizin, tüm insanlığa bir kurtarıcı çağrı olarak algılanmaktadır. Hz. Muhammed, insanı “eşrefi mahlukat”, yaratılmışların en şereflisi ilan ederek bir adım daha ilerletecektir. İslamiyet’in benimsenmesinde insana verilen değer önde gelen bir rol oynamaktadır. Bu tarihsel adımlara rağmen, kölelik ve serflikle alçaltılmış insan, tümüyle merkezi bir önem kazanmaktan çok uzaktır. Kadın ise daha da derinliklerde, eksik, akılsız ve sürekli günaha davet eden, şeytanın akrabası gibi bir kimliğe mahkum kılınmış ve kaderine razı edilmiş olarak durmaktadır.
İnsanlık biraz geliştirilirken, o henüz insandan sayılmamaktadır. Hakim ve sömüren tabaka ise, tanrısal sıfatlara mazhar kılınarak ve düşürülmüş insan soyundan farklı bir varlık olarak tanımlanmaya özen gösterilmekte; buna uygun ideolojik kimlikler en önemli uğraşlar olarak geliştirilmektedir. Geçmiş uygarlıkların insanlığa layık gördüğü kaderi ve gerçekliği ana hatlarıyla böyledir. Kapitalizm çağının doğuşunda intikam alınan üçüncü en önemli olgunun insanın içine düşürüldüğü bu durum olması yerindedir. Eski toplumdan ve egemen sınıftan insanlık yüceltilerek, yani hümanizmle intikam alınacaktır. Hümanizm eski toplumun sürdürücülerine karşı en etkili mücadele silahıdır. İnsan hümanizm düşüncesinde ayağa kalkma, özgürleşme, bilime ve böylelikle onura kavuşma imkanı görecektir. Hümanizmin, yeni ideolojik kimliğin en temel kavramlarından biri olması boşuna değildir. Eski toplumun ideolojik kimliğinin merkezine tanrı oturtulmuştur. Bununla hakim ve sömürücü sınıfın ideolojik hakimiyeti mükemmel sağlanmaktadır. Tanrıların yasa gücü, aslında egemenlerin yasa koyma gücünün yolunu açan bir senaryo değerindedir. İlahi yasalar denilen önyargılar, zihnin tutsak edilmesinde ve istenildiği gibi çalıştırılmasında en etkili yöntemlerin başında gelmektedir. İnsanlık üzerinde yabancı iradelerin gölgesi hiç eksik olmamaktadır.
İdeolojik tutsaklık, en tehlikeli bağımlılık türü olarak iradesiz ve robotlaşmış insanı doğurmaktadır. Yeni hümanizm, insanı tüm bu gölge hakimiyetlerinden kurtarmaktadır. En iyi insanı yaratma temel ideolojik işlevdir. Eskinin tüm ideolojik işlevleri hep tanrı, totem, kahraman, cin, şeytan, melek gibi insan dışı varlıkların yaratılmasına ilişkindir. Bu varlıkların da en temel işlevi insanı etkisizleştirmektir. Bunlar aslında ideolojik egemenlik araçları olarak, insan zihninde köleci etkiyi yaratan ilişkilerin başında gelmektedir. Hümanizmin insan bayrağında tüm bu yapay varlıklar yadsınmakta ve en yüce değer olarak insan ve onun temel özellikleri konmaktadır. İlk defa kapsamlı ve yeni toplumu etkisi altına alan özgür insan merkezli bir bakış açısı egemen olmaya başlamaktadır. İnsan artık hazır dogmalara ve tanrılara tutsak ve kul edilmek yerine, onlardan koparılmakta ve öz iradesiyle kendini eğiten ve yaratan bir kimliğe sahip kılınmaktadır. Zihninde bağımsız ve yeni düşüncelere açık bir düşünce tarzı hakim olmaktadır. Duygularıyla istediği renkleri, sesleri, tatları, sıcaklığı seçmekte; günden güne çorak olmaktan kurtulan ve büyüleyici bir anlama yol açan dünya imgesine yol açılmaktadır. Egemenlerin insana kapattığı dünya tüm haşmetiyle yeniden doğmaktadır. Doğanın her tarafı esrarlı görünmekte ve keşfedilmeyi beklemektedir. Yaratıcılığı tanrı işi olmaktan çıkarıp bir insan özelliği haline getiren özgüven duygusu yerleşmektedir. İnsan artık kendi kaderini kendisi tayin edebilecek bir döneme girmektedir.
Binlerce yıl hep dışarıdan başka güçlerin çıkarı için yönlendirilen insan, artık kendini bizzat yönetmek isteyen bir yetkinliğe ulaşmaktadır. İnsana yönelik bütün maskeler yırtılmakta, oyunlar bozulmakta ve kendi kendisinin efendisi olabilecek dönem açılmaktadır. Daha da sıralayabileceğimiz bu özellikler kapsamlı bir hümanist devrimi ifade etmektedir. Bu döneme kadar devrimler hep insanı bir egemenlik ve bağımlılık düzeninden alıp başka bir egemen ve bağımlı düzene taşırırken, yeni devrim insanı tüm bağımlılıklarından kurtulma ve kendisine bağlanma sürecine sokmaktadır. Yeni insanlık durumunda, denge yine önemli bir sorun durumuna gelmektedir. Tüm iplerini koparmış insan hayvanlaşmaz mı? İnsanı insan yapan toplumsallığın dengesizliği ve aşırılığı hayvandan beter köleye yol açarken, toplumda güçlenmiş ve şimdi ondan kopan birey, en yırtıcı canavardan daha tehlikeli olamaz mı? Bilimle, parayla güçlendirilmiş ve dünyayı bir ganimet alanı olarak görmeye alışacak insan, toplumun bağımlı kıldığı insandan daha sakıncalı olamaz mı? Bu gibi sorular boşuna değildir. Bireycilik çağında insanlık adına insanlığa karşı en büyük toplu cinayetler, katliamlar, jenositler yürütülmüştür. Tarihinin en kanlı çağında iki büyük dünya ve çok sayıda bölgesel, yerel, sınıfsal, etnik ve dini savaşa yol açması, bu tehlikelerin boş bir kuruntu olmadığını göstermektedir. İçindeki hayvanı çok güçlendirilmiş olarak uyandıran insan, neredeyse sonunu getirecek çevre kirliliği, ahlaktan yoksunluk ve borsaya tapan bir sorumsuzluk düzeniyle yüz yüze gelmiştir.
Kapitalizmin ideolojik kimliği ve moral yapısı şekillenirken, gerçekten bilimsel yanı ağır basan, bireyi esas alan ve insanlığı yücelten bir temele sahip olduğu açık olmakla birlikte, her tür tehlikeyi bağrında taşıyan bir karakteri de barındırdığı daha doğuşunda kendini ele vermektedir. Kapitalist uygarlığın doğuşuna Avrupa’nın beşiklik etmesi de daha yakından bir çözümlenmeyi gerektirmektedir. Şimdiye kadarki anlatım çerçeveyi vermekle birlikte, özünü teşkil eden gelişme, tarihsel birikim ve en uygun coğrafi koşullarla sınıflı toplumda derinleşmemiş yapısı belirleyici olmaktadır. Eski uygarlıkları uzun bir tarihi süreçten beri yaşayan toplumlarda, yeni biçimler ancak dıştan müdahaleyle gelişebilmektedir. Kendiliğinden yeni biçimi özümsemesi kolay olmamaktadır. İklim ve toprak yapısı da yeni biçimlenmede etkili unsurlar olabilmektedir. Bu çerçeveden bakıldığında, tarihin tüm birikimleri M.S 1000 yıllarında Avrupa’ya ulaşmıştır. Tarım devriminden köleci kent devrimlerine, oradan da feodal uygarlığın tüm kazanımlarına kadar elde ne varsa Avrupa’ya aktarılmıştır. Aktarılma tüm ideolojik, bilimsel ve teknik gelişmeleri kapsamaktadır.
En son uygarlık zirvesini teşkil eden İslam’ın uygarlık değerleri de 15. yüzyıla kadar tümüyle ithal edilmiştir. Yine belli gelişmeleri yaşayan ve tekniğin gelişmesinde çok önemli bir yeri olan barut, kağıt ve matbaayı çoktan icat etmiş olan Çin’den buna ilişkin bilgiler ve malzemeler alınmaktadır. Artan ticaret olanakları Avrupa’yı dünyanın birçok köşesindeki ürünlerle tanıştırmaktadır. Uygun iklim ve çok verimli topraklarda bu ürün ve bilgiler o döneme kadar görülmemiş bir artı-ürüne yol açacaktır. Artı-ürünün gelişimi, zanaat, ticaret, bilim ve felsefi çalışmalar gerekli fazlayı yeteri kadar vermektedir. Okur yazarlık artmakta, en iyi eğitilmiş bir nüfusa sahip olunmaktadır. Bu gelişmelerin altında daha temelli bir olgu, Avrupa’da sınıflı toplumun derinliğine yaşanmamasıdır. Kölelik sistemi Grek ve İtalya yarımadasının dışına fazla taşmamış, koloni biçiminde ancak seyrek bazı köprübaşlarını kurabilmiştir. Feodal uygarlık çok daha yenidir. M.S 1000’lerin başlarında ancak Avrupa genelinde yaygınlaşabilmiştir. Bu dönem aynı zamanda burjuva sınıfının da kent burçlarında yetiştiği dönemdir.
Daha da önemlisi neolitik, kölelik ve feodal sistem Ortadoğu kökenli uygarlıklar olup, ihraç edilmekle fazla köken olmaya yatkın değildir. Barbarlığın yukarı aşamasını daha yoğun biçimde yaşayan Germen, Frank ve Norman boyları bu sistemlere tepkilidirler. Özgürlüklerini derinliğine yitirmiş değildirler. Onlar da Avrupa toprakları gibi sınıflaşma anlamında bakirlik yanı ağır basan bir dönemi yaşamaktadır. Bu tazelik ve özgürlükten tümüyle kopmamışlık hazır uygarlık birikimleriyle birleşince, tıpkı adı gibi bakir Avrupa topraklarında insanlık adına en büyük sentezin yaşanmasına yol açacağı beklenebilir. Esasta Avrupa uygarlığını doğuran bu çok zengin tez ve antitezlerin, iyi bir özümseme düzeyine gelmiş bulunan insanın zihniyet yapısında en gelişkin bir senteze yol açması uzun sürmemiştir. Hani tüm malzeme hazır iken, yapılması gereken aşure gibi.
Avrupalı aydınlar, sanatkarlar ve din adamları, 15. yüzyılda Rönesans, 16. yüzyılda dinde reformasyon, 17. yüzyılda da felsefe ve bilimde büyük aydınlanma hareketlerini başlatarak, tarihi üçüncü büyük uygarlık çağının Avrupa kıtasını damgalarıyla yaratmasını bilmişlerdir. Her uygarlığın öncelikle bir zihniyet ve ruh devrimini gerektirdiği Avrupa örneğinde de kanıtlanmıştır. Kendi başına ticaret ve zanaatlar uygarlık doğuramaz. Onlar olmaksızın da olmaz; ama doğuşun öncelikle zihniyet ve ruhsallık alanında kendini kanıtlaması, daha sonra onlara güç vermiş sosyal ve ekonomik alanları egemen duruma geçirmesi ve bunu da siyasal devrimle daha hızlı gerçekleştirmesi, gelişmenin doğru diyalektik yapısını göstermekte ve kanıtlamaktadır.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER