SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA CİLT II (190.BÖLÜM)
d- Kapitalizm çağında Kürtler
Tarihin en yaratıcı ve eski halklarından olduğu halde sanki tarihte yaşamamış gibi bir durumla karşılaşmak, çağımızda bir Kürt ironisi olarak karşımıza çıkar. Tarihe beşiklik ve analık edeceksin, ama hakkında kuralların ve ahlakın işlemediği çağın en gönülsüz yaklaşılan halkı olarak değerlendirilecek, en kötü ihanete kurban olacaksın. Kendinin olması gereken en temel insan haklarından bile yoksun bırakılacaksın, ama en suçlu insanlar topluluğu olarak ilan edileceksin.
Herkese hizmet etmeye amade olacaksın, ama lanetli olmaktan kurtulamayacaksın. Çağdaş insanlara benzer gibi olacaksın, ama özde çağın hiçbir değerinden nasibini almayacaksın; modern çağın siyah, sarı veya Kızılderili halkları gibi köle olmaya bile layık kılınamayacaksın. Öyle bir statüyle, öyle kapana kıstırılmış bir Kürtlükle karşı karşıya bulunmaktasın ki, başka bir örneğinin bulunması kesinlikle olanaksızdır. Kürt inkar ediliyor, ‘böyle bir olgu yok’ deniliyor, ama en büyük korku da bu yok sayılandan duyuluyor. Yok olan şeyden nasıl korkulur? Var diyeceksin, tüm vatandaşlar gibi her hakka sahip olduğunu söyleyeceksin; ama yarım yamalak ayakta kalan bir diline bile özgür ifade hakkı tanımayacaksın.
Çağımızın en zor çözümlenen sorunu bu olsa gerek. Kavimlerin, etnik toplulukların ulusal bilinç ve coşkuyla ayağa kalktığı kapitalizm çağı, Kürtler için sanki iflah olmaz bir hastalık dönemi havası vermektedir. Yaşam umutlarının ulusal ve toplumsal niteliğini yitirmesi; cehaletin en koyu biçiminin içine yuvarlanma, kendini tanımlamaktan acizlik, bir tavuk için birbirini öldürme, fakat en vazgeçilmez hakları için kılını kıpırdatmaz bir duruma düşme, sanki kaderin gereğiymiş gibi rahatlıkla karşılanmaktadır. Kürt olgusu ve sorunu daha da açımlanabilecek tanımlamalarla aslında genel anlamda bir ulusal sorun olmanın çok ötesinde bir durumu yaşamaktadır. Kapitalizm çağı hem ulusal uyanışın başladığı ve ulusal devletin gerçekleştiği bir çağ, hem de sorun düzeyinde kalmış birçok ulusal ve toplumsal gruba çözüm umudu vermiş bir çağdır.
Eğer Kürtler açısından başarılı bir tanımlama ve çözüm yolu sağlanamamışsa, bunun temel nedeni olgunun kendisinde, doğru tanımlanmamasındadır. Yoksa çok parçalanmışlık, düşmanın azgınlığı, stratejinin azizliği, toplumsal gerilik gibi nedenlerle mevcut durumu gerçekçi izah etmek pek inandırıcı olmaz. Olsa bile, başarılı bir sonuca götüremez. Orta yerde bas bas bağıran bir sorun varsa, o yerde olmayan şey çözümdür. Her çözümsüzlüğün temelinde yanlış ve yetersiz teşhisin yattığı temel bir husustur. PKK’yi çağdaş bir ulusal kurtuluşçu örgüt olarak tanımlayıp yola çıktığımızda, Kuran’a inanır gibi kendi doğruluğumuza güveniyorduk ve başaracağımızdan emindik. Ortaya çıkan gerçeklik ise, reel sosyalizm örneğinde görüldüğü gibi, dünyanın üçte birine de hükmetse, dogmatizmden kurtulamayan bir sistemin, 70 yıl süren en güçlü bir devlet ve devletler sistemi de olsa çözülmekten kurtulamayacağıydı.
Bu yaklaşım kapitalizme haklılık kazandırmıyor; tersine, yol açtığı sorunların doğru ve yeterli tanımlanamadığını ortaya koyduğu gibi, çözümlerinin de pek güvenilir olmadığını göstermeye çalışıyor. Yine bu, çözme çabalarından vazgeçme anlamına da gelmiyor. Tam tersine, bilimselliğin devrimci özüne en uygun çözümün ısrarla araştırılması ve gerçekleştirilmesi gereğini vurguluyor. Bir yaklaşım ve pratiğin yanlışlığı veya yetersizliğinin ortaya çıkması halinde, daha doğru ve yetkince olanının mevcut olduğunu, bulunmasını ve uygulanmasını ısrarla belirtiyor. Bu gerçeklik, onca acı ve kayıplara rağmen, yeniden başa dönüldüğü anlamına da gelmiyor. İçinde hareket edilen sürecin baştan sona kadar derinliğine eleştirilmesi ve düzeltilmesi, özlenen ve amaçlanan doğru, iyi ve güzel ölçüleriyle yaşamsallaştırılması gerektiği anlamına geliyor. Dikkat edilmezse, bilimden kaynaklanan dogmatizm, mitolojik ve dinsel kaynaklı dogmatizmlerden daha az körleştirici, dolayısıyla tehlikeli sonuçlara yol açmaktan geri kalmaz.
Hatta 20. yüzyıl gerçeğinde de gözlemlendiği gibi, insanlık tarihinin en kanlı ve acılı bir pratiğine de yol açar. Pozitivist yaklaşımın tehlikesi burada karşımıza çıkıyor. Bu yaklaşımın iddiası şudur: Çağımız bilimin egemen olduğu çağdır; dolayısıyla bilime göre yapılan her şey doğru ve haklıdır. Hitler bu anlamda en büyük pozitivisttir. Ama yaptıklarının doğruluğunu ve haklılığını bir avuç fanatik dışında kimse savunmaz. Hatta pozitivizme dayalı dogmatizmlerin tarihin en tehlikeli uygulamalarına yol açtığı rahatlıkla belirtilebilir. Bunda bilimden şüphe edilmesi gereği ileri sürülmüyor. Tersine bilimselliğin en zor bir yaklaşımın yönetimini gerektirdiğini; eğer insanlığın mutluluğu esas amaçsa, bu konuda ortaya çıkabilecek sıradan bir olumsuzluğun sorumluluğunu bile sonuna kadar duyarak, tüm felsefi ve ahlaki sonuçlarıyla birlikte mutlaka yöntem değişikliğine gidilmesi gerektiğini emreder.
Özellikle kapitalizmin ve reel sosyalizmin vahşi çağındaki bilimsellik sorgulamayı gerektiriyor. Bu yapılmazsa, günümüzün devleşen sorunlarının çözümünden ancak umut kesilebilir. Halbuki bilimin insanlık için kaderi bu olamaz. Dönem tüm zamanların ilerisinde bir çözüm, hatta bir anlamda ölümsüzlüğe kapıyı aralama dönemidir. Bu eleştirisellikle birlikte bilime duyulan inanç, insan toplumuna ilişkin en ağır sorunların çözüm şansının kesinlikle mevcut olduğuna inanmayı gerektirir.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER