SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA CİLT II (153.BÖLÜM)
Birincisi, Kürt olgusuna inkarcı yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre, ortada Kürt diye bir şey yoktur veya hangi ülkede bulunuyorsa, o ülkenin düşmanları tarafından yapay olarak yaratılmak istenen cin gibi bir sorundur. Dolayısıyla Kürt adıyla ne söylense, yazılsa ve yapılsa düşman işidir, haramdır; bunun için bu sorun olduğu gibi yok sayılmalı veya yok edilmelidir. En çok bilimselliğin geliştiği yüzyıl olan 20. yüzyıl, maalesef hakim ulus durumundan kaynaklanan bu görüşle dolu geçmiştir. Halbuki aynı ulustan sayılsa bile, farklı sosyo-ekonomik ve kültürel özellikler taşıyan ve farklı dil yapısının hakim olduğu bir bölge olması, kör gözlerin bile kabul etmekten kaçınamayacağı bir gerçekliktir. En gelişmiş birçok Avrupalı ve Amerikalı ulusun bile kendi içinde halen bütünlük taşımaktan çok uzak olan bölgeler ve kültürleri içermesi kabul edilmek istenmemektedir. Fark çok büyük olduğu halde, “Biz aynıyız, farkı yabancılar uyduruyor” gibi yaklaşımlar, gerçekten tarihte de örneği ender görülen inkarcı hükümler niteliğindedir. Fakat gerek ardı arkası kesilmeyen eylemlilikler, gerekse bilimsel-teknik gelişmenin sansür tanımaz karakteri, bu yaklaşım sahiplerini en güvenilmez ve inanılmaz durumda bırakmıştır. Sorun ve sorunun dayandığı olgu; en karşıtlarını, inkarcılarını bile artık farklı yaklaşımlar geliştirmeye ve isteksiz de olsa ehven-i şerci bir kabule zorunlu kılmıştır. İkinci görüş taraftarları tersi bir konumda yer alırlar. Duygusal ve objektiflikten yoksun bir yaklaşımla, olguyla fazla ilişkisi olmayan tutum ve davranışlarla politika yapmaya soyunurlar. Hamaset edebiyatı denen yöntem bu oluyor. Bu yöntem, Kürt olgusu gibi son derece karmaşık ve içinden çıkılmaz hale sokulmuş bir konuyu çözmek şurada kalsın, son bir kördüğüm atmaktan öteye rol oynayamaz. Bazıları bu yöntemi ilkel milliyetçi ve dini perspektiflerle uygulamaya çalışırken, bir kısmı da sol ve devrimcilik adına pratikleştirdiğini sanır. Bir anlamda 20. yüzyıl Kürtçülüğü bu yöntemlerle ömür çürütmüş olup, sorunu daha da ağırlaştırarak iddiasız bir konuma düşmüş veya düşürülmüştür. Bunda kabahati ya tümüyle devlet güçlerinde ya da karşı tarafların engel konumunda bulmuş; kusuru ve yanlışı kendinde bulma ve köklü bir özeleştiriden geçme gereğini duymamıştır. Bu kesimin geldiği nokta iddiasızlık, yozlaşma ve her koşula teslim olmaya hazır bir kişilik ve ruh yapısıdır. Bu, kendini atadan kalma ‘böyle gelmiş, böyle gider’ kaderci anlayışına ve köleliğe terk ediştir. Bu ilk iki görüş arasında rol oynayan başka bir kesimden de bahsetmek gerekir. Tarihin en eski döneminden beri rol oynayan bu kesim, geleneksel işbirlikçilerdir. Ama bunlar dönemine göre kendilerini yenilemeyi bilirler. Hangi taraf ağır basıyorsa, ondan yana tavır almanın ustası kesilmişlerdir. Adeta bir aile şirketi gibi, olası tüm güç odakları içinde üyelerini görevlendirerek, hangi taraf iktidardaysa ondan yana tavır alıp aileyi ve hanedanı sürekli üstte tutmayı ve çıkarlarını kalıcı kıldırmayı en temel politika olarak sürdürme ustalığını gösterirler. Bunlar için görüş, ilke ve etik söz konusu değildir. Somut çıkarlar neredeyse, ilkeleri ve her şeyleri oraya bağlıdır. Toplumsal sorunları esasta zehirleyen ve içinden çıkılmaz bir hale getiren, bu ara kesimdir. Bunlar çok güçlü olduğu gibi tarihsel tecrübeye de sahiptir. Nereyle ve nasıl ilişki kuracaklarını, nasıl kendilerini pazarlayıp satacaklarını iyi bilirler. Toplumun sağlam hiçbir moral ve ilkesel değerine saygılı olmayı bilmezler. Bu, işlerine gelmez. Belki de dünyada eşine rastlanmadık en özgün bir olgu bu gerçeklikte yatar. Toplumsal olgunun ve ona dayalı tüm sorunların mevcut hale gelişinden başta gelen sorumlu kesim budur. Devlet egemenliğine en ucuzundan hizmet ettiği için, olası olumlu adımları baştan boşa çıkarma gibi bir konumları da vardır. Her iki tarafla oynamayı gayet ustalıkla becerirler. Hatta karşı tarafla da el altından ilişki sürdürüp o kesimden de yararlanmayı becerirler. Toplumdaki bu kesimi tüm yönleriyle çözümleyip açığa çıkarmadıkça ve etkisizleştirilmesini sağlamadıkça, ne olgunun doğru kavranması ne çözümün sağlıklı gelişmesi söz konusu olabilecektir.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER