HAKİKAT SAVAŞÇILIĞI - 13. BÖLÜM
Tasavvuf, Batınilik ve Sufiler
Tasavvufun kelime köküne ilişkin değişik görüşler bulunsa da saflık arılık anlamındaki ‘safa’ ya da yün elbise anlamında ‘suf’ kökünden türemiş olma ihtimalleri ağır basmaktadır. Her iki anlam da tasavvufu tanımlamakta temel iki karakteri ortaya koymaktadır. Tıpkı kendinden önceki hakikat arayışçıları gibi saflığa, arılığa, duruluğa, aydınlığa ulaşma amacı taşıyan tasavvuf ehli insanlar kendilerini dönemin tüm uygarlık şaşasından ve dünyanın tüm maddi imkânlarından yalıtarak hakikat yoluna vermelerinden dolayı yün bir aba giymeyi tercih etmişlerdir. Yani her iki tanım da Sufileri tanımlayan özellikler olmaktadır.
Ancak mutasavvıflar, tasavvufu insanın akıl yoluyla erişemediği ilahî hakikatleri ve gaybâlemine ait hakikatleri sezgiyle arama yolu olarak tanımlarlar. Hedef, insan-ı kâmil (ermiş insan) olmaktır. Burada da karşımıza çıkan en temel özellik, yol olma durumudur. Yani tasavvuf da aslında bir yoldur. Hakikate ulaşma yoludur. Tasavvuf yolunda hakikate ulaşmış olana ise sufi denmektedir. Tasavvuf yolun kendisi, mutasavvıf yolda olan, sofi ise kâmil olan kişi olmaktadır.
Toplumsal hareketliliğin en yoğun olduğu tarihler zihniyet faaliyetlerinin de en derin olduğu dönemlere tekabül etmektedir. Her zihniyet dönüşümü bir toplumsal arayışın ürünü olduğu kadar, toplumsal değişim ve hareketlilikleri de en fazla etkileyen ve biçimlendiren faaliyetler olmaktadır.
800’lü yılların başından itibaren başlayan ve 1100’lü yıllara kadar süren derin, kapsamlı ve yaygın toplumsal hareketler İslamiyet içerisindeki derin ideolojik faaliyetlerle ortak bir seyir izlemiştir. İslamiyet içerisinde derin felsefi arayışların olduğu yüzyıllar olarak tarihe geçen bu yıllar toplumsal hakikat doğrultusunda kendisini gerçekleştirmiş onlarca hem bilge hem de devrimci halk önderi insanın yetiştiği yıllar olmaktadır.
Özellikle 800’lü yılların son çeyreğinden itibaren Irak merkezli ortaya çıkan toplumsal hareketlilikler çevreden bu konuya duyarlı birçok insanı, topluluğu da kendisine çekmiştir. Bu nedenle de İran’dan, Türkmenistan’dan, Azerbaycan’dan, Kürdistan’dan ve dünyanın daha birçok bölgesinden özellikle de Ortadoğu’daki diğer alanlardan birçok düşünce insanı Irak merkezine akın etmiştir. Bu alanlar birçok ekol’ün oluştuğu bir akademi merkezi rolünü oynamıştır. Özellikle de Bağdat, bu okullar için temel bir yoğunlaşma merkezi olmuştur.
Dönemin en temel iki ismi olan El-Kindi ile El-Cahiz 870 öncesi Bağdat’taki temel fikir ve ilim insanlarıdır. Bunların yol açtıkları tartışma ortamlarında şekillenen doktrinler, daha sonraki tasavvuf bilginlerine temel bir kapı aralamıştır. Yine dönemin temel okullarından olan ve geliştirdiği öğreti ile kaderciliğe büyük bir darbe vurup, “kul ettiklerinin yaratıcısıdır” diyerek insan iradesini öne çıkaran Mutezile okulu, Bağdat başta olmak üzere bölgenin temel İslam merkezlerinde etkili olmaktadır. Mısır merkezinde Zünun El-Mısri etrafında ekolleşen tasavvuf okulu, Bağdat’ta ise Cüneyd El-Bağdadi etrafında kendi ifadesine kavuşuyordu. Bağdat Okulu kendi döneminin öncü ekolü olmasının yanında kendinden sonraki ve günümüze kadar gelen tasavvuf akımlarına öncülük etmesi ve etkilemesi bakımından da oldukça önemli bir okul olmaktadır. Yani 800’lü yılların son çeyreği İslamiyet içerisinde sosyal ve düşünsel hareketliliklerin oldukça yoğun yaşandığı yıllar oluyordu.
Özellikle İslamiyet’in devletleşmiş yapıları oldukça yoğun bir biçimde sorgulanıyordu. Allah inancından doğa anlayışına, insana yaklaşıma, toplumu ele alışa ve daha birçok varoluş sorunlarına ilişkin bir düşünce sistematiği oluşturularak bu eksende bir yaşam tasarlanıyordu. İdeolojik olarak dini yapılara açıktan ve direkt saldırıyorlardı. Kendi içerisinde Vahdet-i Vücut felsefesini benimsemekteydiler.
Vahdet-i Vücut kelime itibari ile varlığın birliği anlamına gelmektedir. Hakikatin tek olduğunu, birbirinden ayrıştırılamayacağını ve parçalanamayacağını ileri sürmektedir. İnsan-ı Kâmil olarak tarif edilen de aslında bu bütünlüğe ulaşan, varlığın birliğini kendi içerisinde hisseden, yaşayan ve insanlara anlatan kişiydi. Bu anlamıyla sufilerin söylevleri takip edildiğinde varılacak yer tasavvufla ispatlanmak istenen hakikatin kendisi olacaktır. Ancak tasavvufta yapılmak istenen sadece hakikati ispatlamak veya ona inanmak da değildir. Hakikate aşk derecesinde bağlanmak hatta hakikatin kendisini aşkta aramak en temel amaçlardan biri olmuştur.
“Gök kubbenin altında en eski meslek aşktır. Tasavvufta her şeyin özü ve özeti aşktır. Aşkın katmanlarını incelersek denilir ki daha dünya yokken Allah bilinmeyi istediğinde bir nur yarattı, onu sevdi o nurdan bir ter hâsıl oldu o terle birlikte kâinatın nüvesi yaratıldı. Allah işte o nur etrafında canları yarattı. Onları bir araya toplayıp onlara kendi güzelliğinden bir parçasını sundu gösterdi. Güzelliği de tek tek insanlara dağıttı. Onun cemalini kullar görünce Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Diye nida etti. Evet dediler. Bu evet aynı zamanda aşkın belası manasına gelmektedir. Bu bela İslam dünyasında hep aşkla özdeşleştirildi. İnsanoğlu bu âlemde kiminle yakınlık kurduysa, daha önce ruhlar âleminde yakınlık kurduğu içindir.” Bu cümleler hakikate olan bağlılığın maneviyattaki bütünlüğünü çok net ifadelendirmektedir.
Tabi dikkat çeken bir diğer husus da nura-ışığa yapılan vurgudur. Tasavvufta da nurun yeri ayrıdır. Yaratıcı tanrı bir nur, ışık olarak tasvir edilir. Işık aydınlanmanın kaynağı olarak da düşünülür. Nurlanmak, aydınlanmak, hakikate ulaşmak, Allah’ı kavramak aynı şeylerdir. Bu anlamıyla insanlık hafızasının ilk gününden günümüze kadar ışık hakikatin en temel yolu olmuştur. Işığı takip etmek, ışığa ulaşmak, ışığın saflığında kendini yıkamak, ışıkla olmak. Bunların hepsi aslında başta da dile gelen ışığın temsil ettiği en aktif enerji halini ve enerjinin de temsil ettiği özgürlük potansiyelini anlama ve ona ulaşma çabaları olmaktadır. Gelenek kendisini bu biçimiyle sürdürmektedir.
İnsan en değerli varlık olarak değerlendirilir. Zaten eşref-i mahlûkat -Yaratılmışların en şereflisi- olarak adlandırılmıştır. Bu nedenle hakikatin somutlaştığı, hakikatin özünü temsil eden varlık olarak ele alınır. Geçmiş hakikat arayışçılarının vardıkları en temel sonuç olarak kendini bil ilkesi burada da bariz bir şekilde görülmektedir.
Bir şeyhin, hacca gitmekte olan Bayazid Bistami’ye: (öl. 26/874) "Kâbe benim. Çevremde yedi kez dön ve memleketine git. Beyhude zahmet çekip Hicaz'a gitme. Kâbe kuruldu kurulalı Allah oraya bir kez bile girmedi. Oysaki benim varlığım vücut bulalı Allah bu evden hiç çıkmadı." Dediği rivayet edilir. Kâbe’de tavaf edilen hak, hakikatin kendisidir. Hakikat ise insanın kendisinden başkası olamaz o halde insanın tavaf edilmesi sufilerin her seferinde öğütledikleri en temel konudur. Bu hikâyeyi yorumlayan Mevlana da Mesnevi’sinde şöyle seslenir: "Ey hacca gidenler! Nereye gidiyorsunuz? Neredesiniz? Sevgili burada gelin, buraya gelin! Sevgiliniz duvar duvara bitişik komşunuzdur. İş böyle iken siz, çöllerde ne akılla dolaşır durursunuz? Sevgilinin suretsiz suretini gördünüzse, hacı da sizsiniz, Beytullah da sizsiniz, Beytullah'ın sahibi de.”
Yine Mevlana’nın “Taştım, kaya oldum, ot oldum, çiçek oldum, süründüm, uçtum, balık oldum, en sonunda insan oldum.” Sözleri Tao’da dile gelen evren ve insan tanımına birebir uymaktadır. Burada da evrenin insana kadarki evrim süreci çok yalın bir dille ifadeye kavuşmaktadır.
Yine vahdet-i vücut felsefesini sistemli bir halde dile getiren ve kendinden sonrası için temel bir yol gösterici olan Muhyiddin İbn-ül Arabi için varlığın nedeni “Muhabbet”tir. Arapçada sevgi, yarenlik ya da dostça sohbet anlamlarına da gelmektedir. Arabi buna da “Ben bir gizli hazine idim bilinmeğe muhabbet ettim; halkı bilinmem için yarattım..." Kudsî hadisini delil gösterir. Yani bugün bizim evren kendisini kanıtlama peşindedir dediğimiz şey Arabi’de bu biçimiyle dile geliyor.
Tabi bu ve benzeri birçok sufi hakikati bu biçimiyle anlamış ve anlatmaya çalışmışlardır. Özellikle Vahdet-i Vücut felsefesinde insanı anlamaya çalışarak hakikatin birliğine ulaşma yolunda serden geçip sırdan geçmeyen Hallac-ı Mansur "Ben Hak'kın sırrıyım Hak değilim ben, Belki ben Hakkım da aramızda ayrılık oldu. Ben eşyada Allah'ın aynı'yım, Acaba kâinatta aynı'mızdan görülen bir şey var mı?" sözleriyle kendisi ile hakikat arasında bir yol kurmaya çalışmış ve en nihayetinde “En-el Hak, Ben Hakım” sonucuna ulaşmıştır. Bu ise kendisini Allah’a şirk (ortak) koşmak olarak değerlendirilip, çok ağır işkenceler görerek katledilmesine vesile olmuştur.
Yine geleneğin en yalın temsilcilerinde biri de Şehabeddin Sühreverdi el-Maktul’dür. İsminin sonuna eklenen maktul lakabı hakikat arayışçılığının bir sonucu olarak karşı çıktığı ve boşa çıkardığı merkezi uygarlık ideolojilerini temsil edenlerin onu katletmelerinden kaynaklanmaktadır. Esasen Sühreverdi tasavvuf içerisinde İşrakiye olarak bilinen felsefenin kurucusudur. Sühreverdi ışığı (nur), hakikatin cevheri (özü) olarak tanımlamıştır. Ona göre herhangi bir şeyi algılama, kavrama eylemi, kaynağını ışıktan alan bilincin yarattığı aydınlanma ile oluşur. Bu yönüyle içinde yaşadığımız evreni, eşyayı kavramamızı sağlayan ışıktır. Sühreverdi kendi eserlerinde en fazla ismini zikrettiği Hermes ve Zerdüşt felsefelerinden yoğunca etkilenmiştir. “Güneş doğarken ve batarken kızıllığın bir kısmı karanlığa bir kısmı da aydınlığa sahiptir, bu nedenle de kızıllık karanlık ve aydınlığın ortasında yer almaktadır.” Aklı bu kızıllığa benzeten Sühreverdi, aydınlık ve karanlığa eşit mesafede duran ve her ikisini de kendi içinde barındıran akıl ile hakikate ulaşılamayacağını söyler. Her şeyde içkin olan ışık, her şeyin ruhu olan enerji demektir. Bu da Sühreverdi’nin yaratıcı mutlak varlık olarak tanımladığı ve bütün nurların nuru olan “Nuru’l Envar”ın kendisini her şeye yaydığını, her şeyin canlı ve kutsal olduğunu gösterir. Tüm bu düşünce sistematiği ile dönemin ulemalarının yoğun tepkisini çekmiş ve hakkındaki suçlamalar sonucunda da katledilmiştir.
12.yy.la beraber İslam âlemi içerisinde içtihat kapılarının kapatılması yani yorum yapılmasının engellenmesinden sonra Ortadoğu coğrafyası düşünsel faaliyetler açısından karanlık bir çağa adım atıyordu. Her ne kadar düşün insanları bu dönemden sonra da çıkmışsa da Ortadoğu toplumlarının düşünce yapısına dogmatizm daha fazla hâkim olmaya başlamaktaydı. Ancak bu durum hakikat arayışçılığını sonlandıramamıştır.
ABDULLAH ÖCALAN SOSYAL BİLİMLER AKADEMİSİ
YORUM GÖNDER