TASFİYECİLİĞİN TASFİYESİ (32.BÖLÜM)
Partinin bu yıllardaki direniş mücadelesini uzun uzun anlattık. Manifesto (Kürdistan Devriminin yolu) bugün dünya dillerine çevriliyor. Biz o zamanki sınırlı bilgimizle Manifesto’yu kaleme aldık. Bugün herkes buna saygı duyuyor. Manifesto’da dile getirilen gerçeklerin hangi yaşamın ürünü olduğu biliniyor. Kuruluş Bildirgesi’ni de o günkü bilgi dağarcığımızla yazdık. Bugün hepiniz onu bir şiir gibi okuyorsunuz. Ama önemli olan onu yaratan ruh hali ve sorumluluk anlayışıdır, bunun görülmesi gerekir. Şimdiye kadar neden daha iyisini yazamıyorsunuz?
Çünkü sorumluluklarınız zayıftır; ruhunuzdaki duyarlılık yetersizdir. Bunca yıldan beri mücadele içinde bulunduğunuz halde, neden iyi raporlar, bildiriler ve broşürler geliştiremiyorsunuz? Yüksek bir sorumluluk duygusuyla hareket edemediğiniz için bu böyle oluyor. Biz daha o zaman bunları yapıyorduk. Amacımız anamızın babamızın çiftliğini geliştirmek değildi. Tamamen ulusal ve toplumsal özgürlük ve insanlık için hareket ediyorduk. Her arkadaş rahatlıkla bunu yapabilirdi. Bugün hala doğru dürüst yazılar bile geliştirilemiyor, rapor sistemine bile egemen olunamıyor. Bu neden ileri geliyor? Bu, partileşmeyi eksik temellerde başlatmak ve daha sonra onu bu biçimde sürdürmekten kaynaklanıyor. Açık ki tecrübe vardır, çok okunuyor ve çok şey yaşanıyor. Peki, neden hala böyle davranılıyor?
Çünkü eksik ve yanılgılı bir yaşam vardır. Biz de yaşadık. Düşünün, o zaman benim neyim vardı? Eskiden biriktirmiş olduğum birkaç kuruşla kitap alıyorduk. Biraz da çalışıyorduk. Çoğu arkadaş eksik yaklaştığı ve eksik sorumluluk gösterdiği için, daha sonra kendisini ihmal etti. En son bozguncular, ortayolcular böyle çıktı. Direniş kahramanları da böyle çıktı. Bunlar bugün net olarak görülmektedir. Maraş katliamından sonra askeri-faşist rejimin ayak seslerini duyduğumuzda, yine büyük bir sorumluluk içine girdik. Bir yandan MHP’nin katliam provaları, öbür yandan ağaların her gün artan baskıları vardı. Bundan sonra ne olacak, parti nasıl yaşayacaktı? Umutlar yerlebir edilmek ve gençliğin o zamana kadar döktüğü bütün kanlar boşa çıkarılmak isteniyordu. Yine dişimizi tırnağımıza takmaktan başka çaremiz yoktu.
Yurt dışına çıkışı hazırlarken, o birkaç ay içindeki ruh halimi anlatamam. Anlatmama gerek yoktur. Ama sorumluluk vardı, hareketi mutlaka yaşatmak gerekiyordu. Antep’e mi, Van’a mı yoksa Urfa’ya mı gidecektik? Olanaklarımız sınırlıydı. O aylarda bir gün bir evde kalabilmek için dilimizde tüy bitiyordu. Bizdeki küçük-burjuva aile gerçekliği böyledir. Biraz tehlike göründü mü, aile içinde panik başlar. Elbette bu konuda ailelerimizin gösterdikleri fedakarlığı gözardı etmek istemiyoruz. Bazı olumsuzlukların yanısıra, bütün o yoksulluğa rağmen, halkımızın bize bir yemek yedirmek ve bir gün bizi bir yerde barındırmak için nasıl çırpındığını da görüyorduk. Ama aynı zamanda bunlardan kurtulmak da istiyorduk. Böyle bir çekişmeyi sürekli yaşadık ve hareketin ezilmemesi için yeni bir çıkış yolu bulmaya çalıştık. Yurt dışına çıkışımız harekete bir çıkış yolu bulmak içindi. Bazıları ne tam yurt dışına çıkma gereğini duydular, ne de çıktıktan sonra, bunun niçin yapıldığını tam kavrayabildiler. Bu yüzden devrimcilikleri sığ, dar sorumlu ve dar pratikçi biçimde geçti. O zaman her gün büyük baskılar gelişiyor ve yoğun tutuklamalar yapılıyordu. Eğer bunun dehşeti yeterince duyulabilse ve yine sonuna kadar örgütü yaşatmak gerektiği endişesi taşınsaydı, yurt dışına çıkışın büyük anlamı ve çıktıktan sonra yapılan hazırlıkların büyük önemi iyi idrak edilir; ülkeye yeniden dönüşü büyük zaferlerle kapatmanın bir nimet ve borç olduğu bilinerek, böyle bir yaşam sergilenirdi. Bunlar eksik gösterildi. Neden?
Çünkü yurt dışına çıkışın anlamı kavranamadı ve çıktıktan sonra bekleyen görevler yeterince anlaşılamadı. O zaman ne yapıldı? Provokasyon, güdüleri ve zayıflıkları tahrik etti. Zaaflara hitap etti. Yapımızın dörtte üçünü iğrenç yaklaşımla uğraştırdı. Bizim yurt dışına çıkışımız ve olanak yaratışımız, tarihe karşı sorumluluğumuzun bir gereğiydi. Buna karşılık bazıları bir gün nasıl iyi bir yemek yiyeceklerini ve dışarda soysuz bir mülteci yaşamını nasıl ele geçireceklerini düşünüyorlardı. Kimi kendisini sorun haline getirdi; kimi kendisini şöyle, kimi böyle dayattı. Her türlü düşkünlük ve kocakarı tavırları sergilendikçe sergilendi. Oysa ben de yurt dışına çıkmış ve herkesin sorumluluğunu üzerime almıştım. Bunlara kendimizden daha fazla yer, daha fazla yemek, daha fazla güvenlik ve daha fazla okuma olanağı vermiştik. Kendilerini eğitmelerini istemiştik. Onların da tarihe karşı sorumlulukları vardı. Ama ben buna mecbur olduğum halde, kendileri sanki her türlü soysuzluğu sergilemekte özgürlermiş gibi çirkin bir hareket tarzıyla ortaya çıktılar. Tabii herkes sonunda yaptıklarının karşılığını gördü. Biz direnişçi değerleri zorbela ayakta tuttuk.
Çünkü bu namus, onur ve tarihti; çünkü biz her şeyimizi yitirmekle karşı karşıya bulunuyorduk. Birazcık özgür yaşam olanağı bulmak için bütün yeteneklerimizi ayaklandırmamız zorunluydu. Lanetli bir yaşamı kendileri için gerekli görenlerin bizimle yola çıkmaları anlamsızdı. Bunların bu alana gelmemeleri ve gidip düşmana sığınmaları gerekirdi. Bazılarının hem şöhretli bir devrimci ve bir özgürlük savaşçısı olarak görünmeleri ve bol bol edebiyat yapmaları, hem de gereklerini yerine getirmemeleri kabul edilemezdi. Bu çok kötü bir biçimde kendini yanıltmaydı. Bu yanılgının sahipleri hem kendilerine hem de bize haddinden fazla zarar verdiler. Bütün bunlar karşısındaki telaşımıza karşı, aşağılık provokatör, “Ali arkadaş çok tahrik oldu; herhalde bizim bu çıkışımıza karşı çok öfkelidir” diyerek karşılık veriyordu. Bu çok düşkünce, lümpence ve gerçekten düşmanca bir tutumdu; zorluklarla karşılaşmamızdan sadistçe zevk almaktı. Peki, bütün bunlar kendilerine ne kazandırdı? Hiçbir şey! Provokasyonla mücadele yıllarımızı iyi anımsıyoruz. Her gün sorumlu arkadaşlara bunun tehlikeli olduğunu ve üzerine yürümeleri gerektiğini söylüyorduk. Ama onlar konuşma tenezzülünde bile bulunmuyorlardı. O bizim tarihsel temellerimizle uğraşırken, bizim arkadaşlarımız, arkalarında binlerce kişinin bulunmasına rağmen, aşağılık bir provokatörün üzerine yürümüyorlardı. Bunlar daha sonra özeleştiri konusu yapıldı. Biz burada tiril tiril titriyor, saatlerce konuşuyorduk.
Çünkü dava çok önemliydi. Arkadaşlarımıza bir ev veya kimlik temin etmek için çırpınıp duruyorduk. Ama karşılığı da bize ödettiriliyordu. Arkadaşlar bunun da farkında değillerdi. Kendilerine yeterince bakılmadığını ve kendileriyle yeterince ilgilenilmediğini, gerçeğin kendilerini ırgalamadığını, kendileri için önemli olan şeyin bireysel özgürlük olduğunu ve bunu bir hak olarak gördüklerini söylüyorlardı. Bu insanlık dışı bir tutumdu. Adam hak istiyordu, bazıları hak istemeye başladılar. Henüz ulus kurtulmadan ve toplum özgürleşmeden, herkes kendisi için özgürlük istiyordu. İşler çılgınlık düzeyine dek ulaştı. Bazıları bunu yapmamamız halinde bize karşı komplo düzenleyeceklerini ve her türlü bozgunculuğu geliştireceklerini söylediler ve söylediklerini de yaptılar. Sonuç ne oldu? Sonuçta hem kendilerini çok zor durumlara düşürdüler, hem de bize büyük zararlar verdiler. Tabii bazı arkadaşlar da bu türküye kulak kabarttılar. Bozgunculuk türküsü “güzel” söyleniyordu; ne de olsa işin içinde ucuz bir yaşam vardı. Böyle bir yaşamı gerçekte ne insanlık kabul ederdi, ne de biz kabul edebilirdik. O dönem de böyle geçti. Yalnız daha sonra gördüğümüz ortayolcuların ve bozguncuların önemli bir kesiminin o dönemde bu türküye kulak kabarttığını ve ortaya çıktığını da bilmek gerekir. Yani onlar bu türküyü biraz dinlediler; bozgunculuğun güzel bir şey olduğunu ve kişiye bazı yararlar sağlayacağını düşündüler. Basit bir yaşamı kurtarmak için buna girdiler. Zorluklara katlanmamak için bunu yaptılar. Bunlar bugün netleşmiştir. Daha sonra ülkeye yöneldik. Biz bu dönemi de büyük bir duyarlılıkla yaşadık. Bazı arkadaşlar ve ortayolculuğun en önemli öğeleri gözden çıkarıldıklarını ve harcandıklarını söylemişlerdi.
Oysa birçok arkadaş bizim burada bir günü idare etmek için neler yaptığımızı gördü ve yaşadı. Yüreğimizde her saniye baskı vardı. Bu baskı sekiz yıldır hala bitmemiştir. Baskı nedir? Bu, baskı siyasetidir; baskı partinin bütünlüğüne yöneliktir, partiye boyun eğdirmeye yöneliktir. Bu açıkça görünmez, bilinmez ve söylenemez. Baskının açık olmasından insan fazla rahatsız olmaz. Ama görünmez baskı her türlü felakete gebedir. Bu durumda çok büyük bir cesaret ve ustalık sergileyemezseniz, örgütü kurtaramazsınız. Arkadaşlarımız bunun farkında bile değildi. Onlar için kent caddeleri güzeldi; olanaklar da vardı ve rahat yaşam kokuyordu. Hayır, bir saniye için de olsa, ben bunu düşünmedim. Bir günümü bile rahat bir uykuyla geçirmediğimi söyleyebilirim. Benim dünyam başka, sizin dünyanız başka türlüdür.
Eğer dünyayı öküzün trene baktığı gibi siyasetten uzak, siyasal gerçeklerden kopuk bir biçimde, en az sorumluluk ve duyarlılıkla değerlendirirseniz, o zaman rahatlıkla böyle bir sorumsuzluğa düşebilirsiniz. Nitekim düştüler. Kendilerini en iyi biçimde eğittiğimizi sandığımız arkadaşlar, buradaki yaşamı böyle ele aldılar.
HALKLAR ÖNDER ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER