SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIGA CİLT II (184.BÖLÜM)
Arapların Kürdistan üzerindeki egemenliği, güçlü bir Kürt işbirlikçiliğine dayalı yerel otonomiler biçiminde, 12. yüzyılın sonlarına kadar geçerli olmaktır. 11. yüzyıldan itibaren Türk boylarının önce askeri, sonra siyasi alanda güçlenmeleri, Abbasi halifelerini kendilerine bağlamaları yeni bir dönem başlatır. Yozlaşan Arap egemenleri yerine, Türk beyleri sisteme taze bir kan olarak devreye girerler. İktidar 11. yüzyıldan itibaren fiilen Selçuklu Türk beylerinin yönetimindedir. Halifenin varlığı şeklen mevcuttur. Türk beylikleri ve sultanlıklarının Kürt ve Kürdistan politikaları incelenmeye değer bir konudur. Sultan Sancar’ın kendisi, tarihte ilk defa olarak Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı yerleri Kürdistan olarak adlandırıp daha resmi bir hüviyete kavuşturmuştur. Türk boylarının bu yüzyıllardaki politikaları Kürtleri yerlerinden edip yerlerine geçme değil (zaten buna güçleri yetmemekte ve çıkarları da elvermemektedir), Kürtlerle uzlaşarak Rum diyarına yönelme ve orayı kendilerine yurt edinmedir.
Denilebilir ki, Türk beylik ve sultanlıklarının 20. yüzyıla kadar politikalarına damgasına vuran bu yaklaşım, zaman zaman zorlanmasına rağmen, esas olarak geçerliliğini sürdürmüştür. Türkler Kürt düşmanlığıyla Ortadoğu’da güçlü varlık kazanmayacaklarının bilincindedir. Kürtlerle düşmanlık, kaybetmek ve geldikleri yere doğru tekrar dönüş yapmak demektir. Dolayısıyla olağan çıkar çelişkileri dışında, 11. yüzyıldan beri şekillenen Kürt ve Türk kavimsel ilişkilerinin hakim yönü uzlaşmadır. İslamiyet bu uzlaşmada daha çok Sünniler lehinde bir avantaj sağlamıştır. Alevi ve Şii kesim yarardan çok zarar görmüştür. Yani uzlaşma, üst tabakalar arasında çıkarlarını dengeleyen resmi Sünni yorumla hayat bulmuştur. Yavuz Sultan Selim dönemindeki uzlaşma bu gerçekliği daha açık kılmıştır.
11. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Türklerin Kürtler üzerinde hakimiyetinden çok, uzlaşma ve ortak yönetiminden bahsetmek daha gerçekçi olacaktır. İki tarafın üst tabakaları ve hatta iç içe geçmiş olmalarından ötürü tüm kavimsel varlıkları, ayrı ayrı ve birbirleriyle çelişkili siyasal oluşumlar peşinde koşmayı aleyhlerine bir gelişme olarak değerlendirmelerine yol açmıştır. Dolayısıyla ortak siyasal oluşum içinde olma, hem üst tabakanın çıkarları hem de kavimsel varlıkları açısından daha hayati olarak görülmüş ve bu tarz bir uygulamaya daha çok hizmet edilmiştir. Bu gerçeklik Hititlerden beri böylesi bir anlama sahiptir. Hititler ve Hurriler özünde Anadolu ve Mezopotamya’nın çıkar birlikteliğini esas alıp sürekli birbirleriyle ittifak ilişkileri içinde olmayı tercih etmişler; yoğun bir birliktelikleri olmuştur. Birlikte M.Ö 1595’te Babil’i ele geçirmişlerdir. Türklerle birlikte 1071’deki Malazgirt Savaşı ’yla Anadolu’da Bizans’ın yenilgi sürecini başlatmışlardır. Osmanlı Sultanı Yavuz Selim döneminde, Kafkasya’dan tüm Arabistan ve Kuzey Afrika yolunu açan Çaldıran ve Mercidabık Savaşları ’yla Ortadoğu’nun en güçlü imparatorluğuna yol açmışlardır.
1920’lerde bir kez daha Batı’ya karşı Doğu’nun direnme gücü olarak, Anadolu ve Mezopotamya’nın ortak ulusal kurtuluş süreçlerini başlatmışlardır. Bu iki alan ve halklarının ittifakının tarihte önemli başarılara ve gelişmelere yol açması ne kadar gözlemlenen bir gerçekse, aksi durumda birlikte kaybetmeleri de bir o kadar gerçektir. Tarih her iki durumda da bol bol kanıt sunmaktadır. Kazanma ve gelişme birlikteliğe bağlı olduğu kadar, kaybetme ve gerilemenin de ittifak ruhundan uzaklığın ve kardeşlik hukukundan vazgeçmenin sonucu olarak gerçekleştiği görülmektedir.
İki bölgenin kültürel benzerliği ve iç içeliği, neolitik dönemden beri aralarında diyalektik bir bağın kurulmasına yol açmıştır. Egemen üst tabakalar bu gerçekliğin ruhuna uygun hareket ettiklerinde, önemli uygarlıksal gelişmeleri birlikte yaşamaktadırlar. İnkarcı ve yok edici yaklaştıklarında ise, birlikte kaybetmeleri adeta kaçınılmaz bir sonuç gibi gelmektedir.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER