SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA CİLT II (178.BÖLÜM)
c- Feodal çağda Kürtler
Toplumların tarihsel diyalektiğinde bir kural sürekli etkin bulunur: O da bir toplumsal kuruluş hangi temel iç ve dış etkenlere dayalı olarak ortaya çıkmışsa, bunun yeni bir toplumsal kuruluş dönemine kadar bu etkenler altında işlemesini sürdürmesidir. Bu, toplumsal diyalektiğin bir gereğidir. Tez ve antitez işlevini gören iç ve dış koşullar yeni bir sentezle sonuçlanıncaya kadar, rolünü benzer etkinlikte sürdürmek durumundadır. Toplumlar keyfi dayatmalarla gelişme süreçlerinden alıkonulamayacakları gibi, inkara ve çarpıtmaya karşı da varlıklarını ısrarla sürdürme eğilimindedirler. Bilinçsiz güç ve süreçler cehalet gereği ne kadar zorlayıcı olsalar da, sonucu belirleyecek olan, gelişmenin temelinde yatan etkenler ve özellikleridir. Aşırı güç belki yıkabilir, ama hiçbir gelişmeyi çarpıtarak da olsa sürdürme yeteneğinde olamaz. Gelişmenin esas etkenleri, olguya hakim olan iç özellik ve ortam içindeki konumudur. Kürt olgusundaki temel özellikleri ve dayandıkları ortamı değerlendirirken, bu diyalektik kuralı hep göz önünde tutmak gerekir.
Neolitik ve köleci çağlardaki oluşum özellikleri ve içinde hareket ettikleri ortam etkisini ortaçağda da sürdüreceği gibi, benzerlikler günümüzde de köklü dönüşümler sağlayıncaya kadar devam edecektir. Kürtlerin bundan kurtulmak için ya kendilerinden tümüyle vazgeçmeleri ve başkalaşıma uğramaları veya fiziki olarak imha edilmeleri gerekir. Kendilerinden vazgeçmeleri kolay olmamaktadır. Fiziki imhalar ise, ancak sınırlı gelişebilecek uygulamalardır. Geriye kalan; aşırı çürüten ve durgunlaştıran statüden, ya köklü devrimlerle ya da daha yumuşak reformlarla evrimsel dönüşümü yaşayarak, yeni diyalektik işleyiş sürecine geçiş yapmaktır. Kürt olgusuna damgasını vuran; içte savunmaya elverişli bir coğrafya ile dıştan sürekli saldırılar altında olma, bu iki koşula uygun olarak tepki vermeye dayanan dar aşiret formları ve bilinci altında bir halk gerçekliği halinde yaşamadır. Coğrafyanın elverişli özelliği neolitik çağı yaratmalarına yol açtığı gibi, işgalleri de doğurmuştur. Tarıma ve hayvancılığa elverişlilik bir yandan toplumu geliştirirken, dıştan da tamahı uyandıracaktır.
Maden zenginliği, madene en çok muhtaç uygarlıklar için sürekli bir işgal hedefi olarak görülmesini sağlayacaktır. Bu etkenler uygarlığın kuruluşunda Kürt olgusunu esasta şekillendirdiği gibi, günümüzde de bu rol dış çevrelerin farklılığı oranında değişerek devam etmektedir. İç inisiyatiflerin belirleyici olmasında dış etkenler ileri düzeyde engelleyici konum arz ettiğinde, değişim daha çok dış kaynaklı olacak ve içte bağımlı bir gelişme halinde tepki verecektir. İlkçağda işleyen bu kural, ortaçağda da daha etkili olarak sürecektir. Kendi başına bir Kürt feodalleşmesinden bahsedilemez. Komagene uygarlığı, klasik köleci çağın son büyük uygarlığı olarak, M.S 250’lerde Roma ve Sasani köleci sistemleri altında dağıldığında, geriye işbirlikçilerin memurluk rolünü oynadıkları kent yönetimleriyle engin dağlara çekilmiş özgür aşiret toplulukları kalmıştır.
Yukarı Mezopotamya üzerinde büyük bir çekişme, çatışma ve yıkım süreci yaşanır. Bölgeler ve kentler sürekli el değiştirir. Fırsat düştüğünde ve dengeler elverdiğinde, zaman zaman bağımsız beylikler kurulur. Bir tür otonomicilik tarihte hiçbir zaman eksik olmaz. Ama bu otonomiciliğin bir aşiret idaresini kolay kolay aşamadığı da bir gerçektir. Roma-Sasani çatışması dönemi, İslamiyet’in doğuşuna ve yayılmasına kadar devam eder. Bu iki klasik imparatorluğun İslamiyet karşısında hızla dağıldıkları bilinmektedir. Bunda en belirleyici etken, İslamiyet’in ideoloji ve uygulama olarak daha üst bir toplum biçimi olan ve feodal diyebileceğimiz bir uygarlık sistemine dönüşüm imkanı vermesidir. Diğer tüm izahlar ancak bu ana nedene bağlı olarak anlam kazanabilir.
Değerlendirmemizin birinci kitabında İslamiyet çözümlemesini tanımlama düzeyinde yaptığım için burada tekrarlamayacağım ve sadece hatırlatmakla yetinmek durumundayım. İslamiyet çağına feodal çağ demek gerçekçidir. Tabii tarihsel ve coğrafi farklılık nedeniyle Batı feodalizminden ayrı olan yönlerini de göz ardı etmeden, tüm bölge üzerinde bu feodal tarz uygarlığıyla etkide bulunacaktır. İslam fetihleri, M.S 650 yıllarına geldiğimizde, Kürtlerin yerleşik olduğu coğrafyayı esas alarak fethetmişlerdir. Geniş tarım alanlarında ve şehir merkezlerinde hakimiyetini tam kurarken, dağlık alanda yabancıya karşı geleneksel direnişçilik devam etmiştir. İslamiyet’in kurucusu Hz. Muhammed’in cenazesi daha yerdeyken yaşadığı çelişki ve çatışmalar, Kerbela’da Hüseyin ve yakınlarının şehadetiyle yeni bir aşamaya varmıştır.
Eski toplumun, Kureyş federasyonunun hakim kesimleri olan Emevilerin iktidarı ele geçirmeleri, yoksul kesim ve Araplar dışındaki diğer halklar üzerinde daha çok baskıya yol açmıştır. İran, eski güçlü uygarlık temeline dayalı olarak, bu baskıya karşı İslam’ın Ehlibeyt (Hz. Muhammed ve Ali’nin yakınları ve çevresi) tarafında yer alarak, İslam’ı kendi koşullarına dönüştürmenin biçimi olan Şialık tarzında karşılık verir. Bu direniş, İslamiyet’in köklü ayrışması ve yerel koşullara göre dönüşmesinin ilk büyük örneğidir. Kürtlerde ise buna verilen karşılık, sınırlı bir sahada da olsa Alevilik biçiminde olmuştur. Ovalık ve kent merkezlerinde ise, iktidardaki Emevi sülalesinin İslamiyet yorumu olan Sünnilik egemen olmuştur. Başta Araplarda olmak üzere, birçok kavim içinde daha önceki bölümlere ek olarak, böylesi bir bölünme ve ayrışmanın köklü olarak gelişmesi söz konusudur. Bu ayrışmanın temelinde ise, yeni sosyalleşme ve sınıfların oluşumu yatmaktadır. Köleci tarz toplum ve sınıf yapılanmasından feodal tarz toplum ve sınıf yapılanmasına doğru dönüşüm yaşanmaktadır.
İslamiyet’in en doğru bilimsel tanımlanmasını bu çerçevede yapmak büyük önem taşımaktadır. Kendi başına dini dogmalar halinde İslam’ı izah etmeye çalışmak, gerçeği daha çok perdelemek ve karanlığa gömmek anlamına gelecektir. Feodal egemenlik, ezici üstünlüğü sayesinde İslamiyet’in bu dini dogmatik izahını tanrının değişmez kelamıymış gibi sunup, tüm Ortadoğu halkları üzerinde yüzyıllarca süren mutlak bir zihni ve ahlaki egemenlik kurar. İslamiyet, Arap yarımadasındaki geleneksel tüccar sınıfın üçüncü büyük çıkışıdır. Mısır, Mezopotamya, Yemen ve Habeşistan arasındaki ticaretle büyüyen Arap kabilelerinin birlik ve siyasi güç olma ihtiyacını karşılar. Semitik kökenli son uygarlık hamlesidir. Daha çok geriye kalan uygarlığa bağlanmamış tüm çöl Araplarını, İslamiyet adı altında bir araya toplayıp feodal uygarlık gücü haline getirir.
Objektif olarak kavmiyeti güçlendirir. Kabile anlayışını aşan birlik fikri İslamiyet’te çok güçlüdür. Bu nedenle ortaçağda dağınık ve birlik ruhundan uzak yaşayan kabile ve aşiretler daha yakın kavimsel bağlar içine girerler. Kavim, ortaçağa özgü bir feodal kategoridir; etnisite ile ulus arasında bir konumu işgal eder. Toprağa ve ticarete daha çok bağlanma, kavimsel birliğin maddi zeminini güçlendirir. Feodal toprak soylularıyla kentlerin tüccarları, bu kavimsel ortamda daha güçlü iktidar sahipleri haline gelirler. Emevilerin Arap kavmiyetçiliğini geliştirmeleri bu maddi nedenden ötürüdür.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER