SÜMER RAHİP DEVLETİNDEN DEMOKRATİK UYGARLIĞA CİLT II (197.BÖLÜM)
Kürtler ne yeni bir dinin mensupları, ne de başkalarının toprağında ve mülkünde gözü olan bir güçtür. Gelişmiş politik istemler de diyemeyeceğimiz, ilkçağlarda olduğu gibi kültürel varlıkları çerçevesinde kendilerini özgürce ifade etmekten öteye bir talepleri yoktur. Olsa bile, bunlar korkulacak çapta değildir. Bu kadar yalnız bir halkın tepeden tırnağa silahlanmış birçok güç karşısında tehlikeli olması düşünülmez. Sınırlı bir sorunu tarihsel bir olay seviyesine taşırma gerçek bir tehlikedir. Sonuçlarını daha büyük acılarla yaşamak istemiyorsak, bu sorun çare bulmamız gereken en öncelikli konu olarak değerlendirilmek durumundadır.
Ortadoğu’nun tarihi bu tür olaylarla doludur. Eğer İsa çarmıha gerilmemiş olsaydı, Hıristiyanlığın da gelişmeyeceği konusunda tarihçiler hemfikirdir. Daha da öteye, Nemrut’un zulümleri olmasaydı, peygamberler olmayacaktı. Musa’yı çıkışa zorlayan, Firavunların zulmüydü. Hz. Muhammed’e yönelik Mekke’deki baskılar olmasaydı, hicret olmayacaktı. Taassupla değil toleransla yaklaşılsaydı, gerçekleşen biçimiyle İslamiyet de olmayacaktı. Tarihte trajediler, büyük acılar ve kayıpların nedeni, her zaman cehalet ve ona dayananların çıkar hırslarıyla gözlerini taassup bürümüş azgın temsilcilerinin baskı ve zulüm eylemleridir. Kürt olgusunu ve yol açtığı sorunları daha da dramatize edecek boyutlara taşımak ilgili tüm çevrelerin, hatta insanlığın önemli bir görevidir. Etrafında zaten büyük acılar ve trajediler yaşanmıştır. Bundan dolayı, illa bütün tarihi hesapları soracak, bölgeyi daha da içinden çıkılamaz bir duruma getirecek uygulamalara saplanıp kalmanın hiçbir anlamı kalmamıştır. Bu tip politikaların kendi sahiplerine hiçbir çıkar sunamayacağı tümüyle açığa çıkmıştır. Körce, hırsızca faşist niyetlerin ise, varolan insanlık vicdanı karşısında hiçbir zaman başarma şansının olamayacağı bir çağdayız.
1970’lerde Kürt ve Kürdistan olgusuna duygu yüklü ve ancak dogmatik düzeyde ideolojik yaklaşımlarla bazı tespitler yaptığımızı, uzun bir pratikten sonra geriye dönüp baktığımızda daha iyi görebilmekteyiz. Olgunun özgürleştirilmesi gereğinden hiçbir zaman kuşku duyulmamıştır. Yedi yaşındaki bir çocuk iken de sahip olunan “Yaşam olacaksa özgürce olacaktır, ya da hiç olmayacaktır” sloganı kutsal bir anlam ifade eder ve hiçbir zaman bundan vazgeçilmeyecektir. Ama bunun bilimsel ifadesinin her zaman esas alınması gereğinden de vazgeçilemez. Dogmatizm belki de hiçbir sorunda olmayacak kadar Kürt sorununda tehlikelere kapıyı açık bırakır. Bilimi kırk yararak sorunu tüm tarafların çıkarına ve onuruna uygun bir biçimde ifade etmek, bunun için gerekli çözümlere ulaşmak öncelikli görevdir. 1970’lerde bu görev sınırlı olarak yerine getirildiği için, konunun bilinçli ve bilinçsiz çarpıtıcıları kendileri için birçok geçiş bulmuş ve aşağılık çıkarlarını sürdürme olanağını elde etmişlerdir. Özeleştiri esas olarak bu noktada hayatidir. Pratik gereklerin en öncelikli yerine getirilmesini bir insanlık şartı olarak öngörür. Geliştirmeye çalıştığımız tarihsel çerçevenin mevcut bilgiler ışığında gerçeğe en yakın tanımlama olduğu kanısındayım. Bir ömür nefes nefese üzerinde yoğunlaştırdığımız bu olgu ve soruna ilişkin gelinen izah noktası, muarızları için de bir çıkış yolu olarak görülmeli ve kazanım sayılmalıdır.
Günümüzde kendilerini çok açık bir biçimde Türk, Arap, Fars olarak tanımlayan hakim ulustan kesimler, onların iç ve dış dayanakları, Kürt olgusu ve sorununa bir dönemlerin CENTO’su ve günümüzün NATO’sunun çerçevesini aşarak yaklaşmayı başarmalılar. Çağın sürekli gelişen demokratik kriterleri ve insan hakları çerçevesi, fazla uzun sayılmayacak tarihte tüm tarafları ortak bir noktada çözüme zorlayacaktır. Bu süreci az acılı ve kayıplı kılmanın yolu, bilimsel duyarlılık ve onun siyaset dilindeki ifadesi olan demokratik uygarlık ölçülerine azami dikkattir. 20. yüzyıl idealizminin ve mekanik materyalizminin bilim üstündeki gölgesinin dogmatik tehlikesi küçümsenemez. Kapitalist ulusçuluktan faşist ırkçılığa ve bilimsel sosyalizmden reel sosyalist otorite ve totaliter toplum anlayışlarına yol açılması 20. yüzyıl dogmatizmiyle yakından bağlantılıdır. Bunun da altında pozitivist anlayışın yattığı anlaşılabilecek bir husustur. Bilimsel devrimin derinliği diyalektik özdekçiliği (maddeciliği) doğurmuştur. Doğanın büyük çeşitliliğinin felsefi izahı bu çerçevede başarıyla yapılabilmektedir. Toplumsal olguların çeşitliliğinin ve bunda rol oynayan dönüşümün mantığı da çözümlenmiştir. Aslında demokratik uygarlığın bilimsel temeli de bu noktada karşımıza çıkmaktadır.
Dogmatik düşünce çağlarında veya egemen dogmatizminin geçerli olduğu tüm konularda, dönüşüm ihanetle eş tutulup en ağır cezalandırmalara konu edilirdi. Bu dönem tarihlerinin bu kadar kanlı geçmesinin dogmatizmle bağı yadsınamaz. Eğer 20. yüzyılın sonlarında eskiden kanla çözümlenmeye çalışılan birçok sorun politik demokratik araçlarla çözümlenme aşamasına taşırılmışsa, şüphesiz bunun temelinde yatan dönüşümcü felsefedir. Diyalektik özdekçiliğin politik alana yansıtılması, çoğulcu demokrasi ve tüm toplumsal sorunların zengin ve barışçıl çözüm olanaklarına kavuşturulmasıdır. Bu yönlü gelişmeler artık felsefi yaklaşımlar ve politik programlar halinde sergilenmekten öteye, yoğun pratik-politik çabalar olarak karşımıza çıkmaktadır.
HALKLAR ÖNDERİ ABDULLAH ÖCALAN
YORUM GÖNDER